21 Şubat 2009 Cumartesi

LATİN AMERİKA’DAKİ HAREKETLERİN TARİHİNE KUŞBAKIŞI…

“Ulan burada niye olmuyor” benzeri hayıflanmalarla, orada olana bitene ağzımızın sulandığı, ilgili muhabbetlerde ‘insanımızın tarihsel itaatkârlığından’ dem vurulması alışkanlık haline geldiği, ‘örnek alınması’ gerektiği telkininin, kulaklarımıza pelesenk olduğu yer: Latin Amerika.
Peki, ne oluyor da burada halkçı başkanlar iktidar oluyor ve bu başkanlar ABD’ye ‘giydirmeden’ cümle kuramıyor? İşlenmeyen arazileri işgal eden ‘Topraksızlar’ı, fabrika işgalleri yapan işçileriyle, politikalarına dair pek çok eleştirinin de yapılabileceği Latin Amerika ülkeleri, tarihin büyük karnavalına ev sahibi olmaya en yakındalar gibi gözüküyor. Hem dinamik, şenlikli eylemlilikler gerçekleştiriyorlar, hem de gerektiğinde, 6–7 milyon kişi sokaklara dökülüp başkanlarını CIA’nın elinden alabiliyorlar. ‘Yeryüzünün lanetlileri’, tarih sahnesinde özne olacakları günü yaratma çabasındalar. Bu satırlar da, hareketin tarihsel köklerine yüzeysel bir bakış olma peşinde...

1492’DE İŞGAL BAŞLADI
1492’de Cenovalı korsan Colombus, Amerika’yı keşfetti ve böylece kıtadaki sömürüye ‘vira’ dendi. Colombus kıtaya ayak bastıktan 20 yıl sonra, yerlilerin sayısı %95 azaldı. Bu tarihten sonra, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla sömürücülerin ağızlarını sulandıran Latin Amerika ülkeleri, türlü işgallere, talanlara, yağmalara, soykırımlara ev sahipliği yapacaktı.
Colombus’la başlayan İspanyol işgaline (etkiye) ilk örgütlü tepki, daha sonra sembolleşecek olan ‘Tupac Amaru’ önderliğinde, İnkalar tarafından oluşturuldu. Silah olarak oldukça ilkel durumda olmalarına rağmen –malum, yerlilerde top, tüfek yok- İspanyol ordusu ile uzun süre savaşan İnkalar, önceleri başarı elde etseler de, 1572 yılında İspanyolların egemenliği altına girdiler. İspanyollar ve Portekizliler işgallerini derinleştirdikçe, direnişler de sertleşti ve çoğaldı. Fakat bunların en kitleseli ve örgütlüsü, Fransız Devrimi’nin rüzgârını da arkasına alan Simon Bolivar’ın önderliğindeki hareketti. Böylece pek çok bölge, 19.yy.ın başında bağımsızlığını ilan etti; en azından bir süre için!

ABD’NİN SALDIRILARINA KARŞI GERİLLA DİRENİŞİ
20.yy.ın ilk yarısında ABD, Latin Amerika ülkelerinde darbeler organize etti ve işbaşına getirdiği ‘kukla’ hükümetlerle ‘talan’, ‘teslimiyet’ pardon ‘ticaret’ antlaşmaları imzaladı. Böylece artık Latin Amerika ülkelerinde ABD şirketlerin ‘borusu ötmeye’ başladı. Meksika’da Zapata’nın, Nikaragua’da da Sandino’nun önderliğinde direnişler de hemen arkasından…
2.Paylaşım savaşından sonra, ABD’nin ‘yeni sömürgecilik’ine karşı mücadeleler yükseldi ve Bolivya’da ve Küba’da devrim, Şili, Arjantin ve Kolombiya’da da toplumsal hareketlerin yükselmesi ve gerilla gruplarının oluşmasıyla, somut kazanımlar elde edildi.

DARBELER ZAMANI!
1970’lerle beraber, yeni sömürü politikalarının rahatça uygulanabilmesi için, her biri diğerinden daha kanlı –mesela sadece Şili’deki bilânço: 20 bin kişi öldü, 30 bin kişiye işkence yapıldı, 25 bin üniversite öğrencisi okuldan atıldı, 200 bin işçi işten çıkarıldı- ‘CIA darbeleri’ başladı. Sırasıyla; Honduras, Guatemala, Arjantin, Bolivya, Ekvator, Uruguay, Şili’de darbeler oldu; binlerce sendikacı ve sosyalist tutuklandı veya öldürüldü. Böylece IMF programının uygulanmasının önündeki engeller kaldırıldı ve ülke halklarının geliri %60 azaldı.
1982’de Arjantin’de yaşanan mali krizden bu yana, toplam 70 ülkede IMF patentli 556 ‘Yapısal Uyum Programı’ uygulandı. Bu politikalarla, nüfusun en üst (ekonomik olarak) %20’sinin zenginliği, en alt %20’sinin 20 katına çıktı.
1990 Ağustos’unda, Peru’da benzin fiyatı %2968 (ikibindokuzyüzaltmışsekiz), ekmek fiyatı %1150 oranında arttı. Çalışanların geliri ise tam tersine; on yıl önceye göre %92 azaldı.
1985 Eylül’ünde, Bolivya’da %24000’e varan enflasyonla beraber, kamu harcamaları kısıldı, 50 bin kamu işçisi işten çıkarıldı.
2001 Aralık’ta IMF, kemer sıkmaktan ümüksüz kalmış Arjantin’in posasının artık para etmediğini ifade eden bir açıklama yaptı. Açıklamada ‘Türkiye’ye destek verilmesi gerektiği’ vurgulanıyordu. ‘Don’t cry form e Argentina’ şarksının belleklerimizi harekete geçireceği, 27 ölü ve 150’den fazla yaralıyla birlikte hükümeti de istifaya mecbur eden, yağmalı bir isyan; kontrolsüz!

TEŞEKKÜRLER IMF !!!
İşte, ‘IMF isyanları’ denilebilecek bu hareketlilikler, 1990’larda yükselişe başlayan sol hareketleri iktidara getirdi. Venezüella’da Chavez, 2000’de, oyların %60’ını alarak, Bolivya’da Morales ise, 2006’da iktidara geldiler.
Latin Amerika’daki sol politik hatta iki genel eğilimden bahsedebiliriz. Birisi, halkçı-ulusalcı çizgileriyle Chavez ve Morales öncülüğündeki ‘parlementocu’ hat, diğeri ise; merkezi problemlere, doğrudan eylemle müdahale eden MST (Topraksız Köylü Hareketi), MTD (İşsiz İşçi Hareketi), EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu), Bolivya’daki cocolerolar ve Quechua madencileri, Paraguay’daki Ulusal Köylü Federasyonu ve Ekvator’daki CONAİE gibi örgütlenmelerdir. Bunların dışında Kolombiya’da FARC ve ELN, bu gruplamalara uymayan, halk tabanlı, kitlesel gerilla hareketlerindendir.

Yararlanılan kaynaklar:
Sibel Özbudun, Latin Amerika’da İsyanın Tarihi, Ütopya Yay.
Masis Kürkçügil, Latin Amerika’nın Kaynayan Damarları, İthaki Yay.
Cüneyt Akalın, Latin Amerika’da Devrimci Program ve Siyasetler, Teori Dergisi, Eylül 2006


__________________Serdar Y. Türkmen_________________

9 Şubat 2009 Pazartesi

Haydi, koş koş...


Günümüz dünyası o kadar rekabet üzerine kurulmuş ki bunu sadece ipleri dizginlemiş burjuva sınıfında görmüyoruz. Hayatın her bir anında ve her bir yerinde yarıştığımız amenna… Sabahları ekmek kuyruğuna girme yarışı, günde en fazla parayı nasıl kazanabilirim yarışı, ÖSS yarışı bir de öbür dünyamızda cennetten yer kapma yarışı var ki- onun konumuzla alakası yok- anlaşılan hayatımızın her bir anı yarış ve rekabet üzerine kurulmuş. Ama son zamanlarda başka bir rekabet ortamı oluşturuldu ki bu; hem bıyık altından güldüren, güldürmenin yanı sıra düşündüren bir yarış şekli olmuş. İnsanlık onuru bir hamlede nasıl ayaklar altına alınırın en güzel -aslına bakarsanız en çirkin- örneği bu olsa gerek. Malum küresel kriz sonrasında işsizlik oranı bir hayli artınca iş tekliflerine yığınla talep oluyor. Ee işveren de napsın bir şekilde diğer işçileri üzmeden, kırmadan ihtiyacı kadar işçiyi işe alacak diğerlerine de eyvallah diyecek. Buraya kadar her şey tamam. Anormal olan taraf ise işverenin bunu yaparken seçeceği işçileri atların koşu yaptığı jokey kulübünde bir yarış düzenleyerek koşturması. Koşu sonucunda yedi bin başvuru içinden sadece ilk yetmiş kişiyi belirleyip seçmesi. Fakirsen ve işsizsen yarış atı da olabilirsiniz yani. Bunun örnekleri çoğaltılabilir. Çünkü son zamanlarda yapılan iş seçimleri filmlere konu olacak cinsten. Artık insanlık nereye gidiyor, böyle şey mi olur, insanlık onuru ayaklar altında demeye kalmadan at çoktan Üsküdar’ı geçmiş…

Saygısızlık boyutu hakaretten ve sövmeden geçmiş, çağ atlamış ve bambaşka bir boyuta ulaşmış. Artık yardım eli uzatırken bile insanları yerin dibine koymayı, onların onurları ve haysiyetleriyle oynamayı görev bilmişiz. Onlara ucuz etmek verirken saatlerce kuyrukta bekletmeyi, kamyondan bedava un dağıtırken insanların izdihamda ezilmesini yardım bellemişiz. Sanki fakir olmak o insanlarımızın suçuymuş gibi utancından kızaran yanaklarını deşifre etmek, kameralar önünde onlara fakir etiketi yapıştırırken kendisine de gerile gerile şişmiş hayırsever etiketi yapıştırmak insanlık olmuş… Burası Türkiye diye cümleye başlamak çok klişeleşti ama malumunuz burası Türkiye. Aslına bakarsanız burası dünya. Ve dünya üzerinde işçiye, emekçiye ve işsize yaşamak haram. Dünya tersine dönmüş karalar ak, insanlar hayvan, hayvanlar da insan olmuş… Gerisi laf-ı güzaf…


________________Derya Emeket__________________

8 Şubat 2009 Pazar

AÇILIN BİRLEŞMİŞ (M)İLLETLER GELLİYOR

Bir çoğumuz Somali - Yemen arasında kalan Aden Körfezi'ni ve ordaki korsanları duymuşuzdur. İşin aslı şu ki, “masum” Neslihan gemimiz kaçırılınca gündemimize girmeye başladı Somalili korsanlar. Oysa daha önceden nice gemiyi hallaç pamuğuna çevirmişlerdi, hala da itinayla devam ediyorlar. Somalili korsanların yeni başlattıkkları bir şey değil bu. Yıllardır devasa ticaret gemilerinin, Aden körfezindeki kabusu oldular. Ancak son zamanlarda; özellikle 2007'den bu yana eylemliklerini arttırdılar ve nerdeyse her hafta bir gemiyi kaçırdılar.

***

“Kimdir bu korsanlar?”, “Ne yer, ne içerler?”, “Kaç kişiler?“, “Gemileri neden kaçırıyorlar?”, “Hırsızlar mı, gangısterler mi?”, “Haklılar mı, haksızlar mı?”, “Çok mu ileri gittiler?” gibi sorular soruluyor ve tabi ki bu korsanlar kötü çocuklar olarak adlandırılıyor.
Somali, Afrika'nın en doğusunda, gözlerden ve gönüllerden ırak bir ülke adı. Yalnızca bir bayrak ülkesi; ABD'nin 1993 yılından itibaren “insan haklarını” öğretmeye gittiği, kukla hükmetlerin gelip geçtiği, 2006 yılında da yine ABD desteğini arkasına alan Etiyopya tarafından işgal edilen ve halihazırda işgalin sürüğü, sadece adı olan ülke... Yalnızca büyük coğrafya ya da araştırma degilerinin foto muhabirlerinin çektikleri açlık ve sefalet fotoğraflarından tanıyoruz o sıcak ve kanlı ülkeyi. Bir çok Afrika ülkesi gibi kaderine terk edilmiş (kaderi birleri tarafından çizilmiş).

***

Söylenenlere göre Somalili korsanlar, başlarda küçük ticaret gemileriyle başlamışlar işe ve sayıları yirmi civarındaymış. Zaman ilerledikçe gemilerin serbest brakılması karşılığında istedikleri fidye miktarı artmaya başlamış ve doğal olarak açlığa mahkum edilmiş olan ülkede (özellikle gençeler) bu korsan filosuna katılmaya başlamış. Şimdi sayıları bini geçtiği söyleniyor. Ee artık bilindiği üzerede küçük ticaret gemileriyle işleri kalmadı, hedef; tekellerin sınır tanımayan gemileri olmalıydı, gecikmeden de oldu. İş bu seviyeye gelince Sam amca ve saz arkadaşları hemen Somali geçici hükümet başbakanı Nur Hasan Hüseyin'e “ayarla bunları Hasan Hüseyin” dediler. Ertesi hafta Hasan Hüseyin'den cevap geldi: “Sayıları çok fazla biz bunlarla baş edemiyoruz! Barış gücü gönderin.” diye. Tabi iş bu aşamaya gelene kadar medya çoktan koyulmuştı işine. Yok “Korsanlar gemimizi kaçırdı”, yok “Korsanlar, güvenli ticareti tehtid ediyor”, yok “Korsanlar aldıkları fidyelerle somalinin zenginleri oldular”, yok “Her gece vur patlasın çal oynasın partisi düzenliyorlar”, yok bu, yok şu... Hatta öyleki, haberlerde “korsanlar işi abarttı” diye laflar gani gani dolaşıyor. Sormazlar mı adama, ulan işi kim abarttı be?!
Yıllardır bu ülkeyi iç savaşa sürükleyen kim? Yıllardır bu ülkeye ambargodan da canice bir yaptırım uygulayan kim? Bebekleri açlıktan, anneleri ilaçsızlıktan öldüren kim? Somali'ye ve bütün Afrika'ya AIDS vürüsünü yayan kim? Altınlarını, petrollerini çalan kim? ABD'deki golf sahalarını sulamak için kullanılan su, değil Somali'nin, bütün Afrika'nın su sorununu çözebiliyor. Demezler mi, “Abartan kim ulan, kim?”
Şimdilerde, Birleşmiş İlletler büyük bir donanma filosu hazırlamış, Aden Körfezin'e gönderiyor. Bizimkiler de boş durur mu, hemcecik “bir fırkateyn de bizden” deyiverdiler. Ne de olsa barış gücü bu, barış gücüne katkıda bulunmak sevaptır, hem ne demiş Atatürk: “Yurtta barış, dünyada barış. Tabi tabi, hatta bütün filoyu gönderin. Siz dünyanın bir ucunda toplu, tüfeli savaşlar çıkarırken, yine aynı yere toplu tüfekli “barış” ordusu yaratan illetlersiniz. Sizin altınız, üstünüz, sağınız, solunuz “barış” olsa ne çıkar. Siz bu oyunda çokatan sobelendiniz, sevgili “batılı, uygar ve demokratik” devletler.

***

Somalili korsanların yaptığı çok battı ki, geçtiğimiz aralık ayında Birleşmiş İlletler öncülüğünde; AB, Afrika birliği, NATO ve Uluslararası denizcilik örgütü(IMO) bir araya gelip: “Korsanlara ölüm! Yaşasın serbest ticaret özgürlüğümüz! Yaşasın para babalarımız!” sloganlarıyla imzalı bir bildirge yayınladılar. Sonuç olarak da “Açılın BM geliyor!” sözünü söylediler. Bunlara başta değinmiştik, korkmayın bozuk kaset gibi başa sarmayacam. Yalnızca korsanları tanımaya çalışıyorum, tam olmasa da bazı çıkarımlarda da bulundum. Şöyle ki; Ee madem bu kadar devlet karşı bunlara (Afrika Birliği dahil), kurguyu tersten kurmak gerekir o zaman. İlk olarak bu adamlar solcu mu? Sağcı mı? Devrimci mi? Gerici mi? Sanırım bunlara bu sınırlı bilgilerle ve medyadaki asparagas haberlerle cevap verme olanağımız pek yok . Ama şöyle bir gerçek var ki o da bunca para babalarının canını sıkmış görünüyorlar. İşte bizim de bakış açımız bu taraftan olmalı diye düşünüyorum. Bu gün, özellikle bu kriz ortamında, iktidarlarla böylesi bir gerilime girmek, ve böylesi bir global gündem yaratabilmek oldukça önem taşıyor. “Peki bu adamlar nasıl yaptılar kardeşim? Bu da bir düzmece, arkasında vardır bir iş yakında anlarız.” gibi cümleleri kurmadan önce bir kere şundan emin olalım: Bu korsanlar (ister gizli güçler yardım etti deyin ister, başka bir şey) bir şekilde gemileri kaçırdılar. Şöyle basit bir soruyla noktalıyalım: yaptıkları doğru mu değil mi? Meşruiyeti tartışılabilir mi?



Sanırım Yaşar Kurt'un bu şarkısı bütün illet devletleri anlatıyor:

Hırsızlar dolaşıyor, hırsızlar.
Para koyarlar cebine, ruhunu çalarlar,
Oğlum senin.

Plastik bunlar, yaşamıyorlar.
Üstüne sürerler pisliklerini, artıklarını, sarkıklarını,
Oğlum senin.
Anasını satarlar melodinin, anasını satarlar melodinin!

Hırsızlar dolaşıyor, hırsızlar.
Para koyarlar cebine,ruhunu çalarlar,
Oğlum senin.

Eski yunanda lir çalan şairler vardı.
Eski yunnanda şairler lir çalardı.
Eski yunanada...
Şimdi müzik endüstri! şimdi şiir endüstri!
Şimdi şair endüstri!



________________Emrah Cevher_________________

2 Şubat 2009 Pazartesi

YENİ BİR YIL...


Ne zaman anlamsız bulmaya başladım

Yılları, günleri ve döngüleri…

Bir akşam…

Üç beş kişi

Patlayan kimyasallar

Ve yeni yıl pastası…

Bu pastayı bir kere yerdim

Yemek içinde yediğim günü onunla birlikte severdim

Ama artık anlamı yok o yeni yılın

Artık tatsız, tuzsuz, susuz günler ve yaşamlar var.

— Ya da ben büyüdüm ve artık bir şey beğenmiyorum –

Anne, annem!

Nerdesin?

Baba, babam!


____________Emrah Cevher____________

HRANT İÇİN

Yattığın yere bakıyorum şimdi,
Solmuş bir gül var yüreğimde koparıp da sana veremediğim,
Ait olduğun topraklardan koparıp da getirdiğim,
Ve asıl azınlık bu topraklardaki kardeşlerimize karşı,
Yüreğimizde öfke diye biriktirdiklerimizdir……
T. Güçlü


Sevgili Hrant, seni hiç tanıyamamış olsam da aynı duyguları ve özlemleri paylaştığımızın, aynı acıları çektiğimizin bilincindeyim, devletin işleneceğini aylar öncesinden bildiği, tetikçiliğini ise jandarma ve emniyet birimlerinin istihbarat elemanlarının yaptığı faşist bir suikastla katledilişinin ikinci yıldönümündeyiz. Güpegündüz katledildiğin gazetesinin önünde, bu sene de binlerce insan seni anmak için toplandık.
Seni hedef haline getiren başta Ergenekon avukatçısı K…. K…..* olmak üzere tüm şoven güruhlara kadar bu seneki anma da yine faşizm’e lanet ve meydan okuma eylemiydi.
Sevgili Hrant, senin o güvercin ürkekliğindeki kalbinden geçenleri anlatmak isterdim bu topraklardaki yoksul halkımıza, sevgiden, emekten, ekmekten yoksun halkımıza…
Seni katleden kişinin bu topraklarda bir kahraman gibi gösterilip kolluk kuvvetleriyle fotoğraf çektirmesi ne kadar üzücü ve yaralayıcı şey keşke hayatta olsaydın da bunu sana anlatabilseydim. Seni mahkeme kapılarında linç etmeye çalışanların milli gurur haline getirilmelerinin ne kadar dayanılmaz bir hicap içerisine soktuğu, beynimde nasıl depremler yarattığını anlatmak isterdim sana…
İki yıldır bir avuç arkadaş grubuna yüklenmek istenen cinayetinin gerçek sorumluları halen ortaya çıkarılmış değil ama sakın seni unuttuğumuzu, unutacağımızı düşünme. Cinayetinde payları açıkça görülen kişilerin halan görevinde olması cinayetinin ortaya çıkarılamayacağının göstergeleridir. Ama sen sakın üzülmeyesin, sende biliyorsun ki davamız insanlık sınıflı toplumlara ayrıldığından beri sürüyor ve de hayal ettiğimiz o güzel hayatın, ve düşlediğimiz o ütopya gerçekleşinceye kadar da devam edecek. Ve o zaman senin için bugün yapamadığımız şeyi o gün yapmış olacağız sana söz. O güvercin ürkekliğindeki insancıl yüreğinden bende bir çocuk ürkekliğiyle öpüyorum sevgiyle…..
*K….K… ismini bilerek ve isteyerek tam olarak yazmadım çünkü yüreğim klavyeye gitmedi böylesi insan düşmanı birinin adını yazmaya….

_______________Taylan güçlü____________________

“BİZİM ZAMANIMIZDA…”


Sosyal demokrattır, hatta belki ‘aslan sosyal demokrat’tır ya, muhaliflerin kılıçlarına kalkandır sola bakan yüzü, sözü. Oysa sola bakmak değil mesele, soldan bakmak. Sibop görevi gören bir sürü, politik altyapıdan yoksun sivil toplumcu fiiliyatların içinde bulmuştur kendini. 80 öncesinde alanlarda arkadaşlarına göstere göstere yükselttiği yumruğu çoktan inmiş, zihni karaya çıkmıştır emekli solcunun. ‘Eski solcu’ ne demektir sorusu, kavramın cümle içerisindeki her kullanılışını takiben, her duyumdan sonra kafasını kurcalar ya da kurcalamalı insanın. Sol mu eskimiştir, yoksa eskiyen zihinler midir sıfata gereksinim duydurtan ya da yitirilen umutlar mı?

Emperyalizmin maşaları

Uluslar arası sömürü düzeneğinin –emperyalizmin- çok iyi becerdiği bir iş var ki o da, kendisinden icazet alıp iktidar olanlara, söylemlerinin tam tersini yaptırmak, maşa görevi gördürtmek. Mesela, ‘güya solcu’ Ecevit’in “Hapishaneler sorununu çözmeden, IMF programının uygulanamayacağını” ifade ederek ülkemizde 1974 yılı Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra en büyük askeri gücü (20.000 asker, 20.000 bomba) seferber ederek (ayrıntı için +ivme dergisine bakılabilir) 19 Aralık 2000’de ‘hayata kayış’ pardon ‘hayata dönüş’ operasyonunu yaparak 30 kişinin ölmesine 237 kişinin de yaralanmasına ön ayak olmuş, kimine göre yataklık etmiş ve hatta bu ‘kara oğlan’a biraz daha pembe gözlüklerle bakabilenlere göre ise göz yummuştur. Bir kısım solcu da bu olaya karşı çıkmadıklarından anladığımız kadarıyla, ‘Ecevit yapıyorsa vardır bir bildiği’ deyip, ertesi gün yalanlarla manşetlerini donatan gazeteleri onayladılar başlarını öne arkaya sallayarak. İşte tam da buradan başı bir öne bir arkaya giden bir annenin Kürtçe ağıtını duyalım. Aslında dertler birbirinden çok farklı değil. Yine güya solcu bir parti olan CHP ve onun başkanı Deniz Baykal da kadrajda. Nasıl bir solculuksa bu, nasıl bir beynelmilel anlayışsa, Türklerle Kürtlerin ‘farklı ama birlikte’ olabileceğini kabul etmiyor.

İsmi farklı cismi farklı

Kamerayı çeviriyoruz yine ve bu kez kahramanımız bir ara partinin neferi oluyor, umdukları rantı bulamadıklarında da bulunduğu partiden ayrılıp, öncekinden yapısal ve ahlaki olarak pek farkı bulunmayan bir başka partiye seri bir şekilde transfer oluyor. CHP’deyiz yine bu kareler oynarken fakat ABD’ci ‘ortayolcu’lardan, Türk-İslam sentezcisi partilerden, isminde demokrasi, sol, işçi, halk kavramları geçip, bunların aslında cisimlerine hiç uğramadığı oluşumlardan somut bir farkı olmadığından, cümlenin öznesi de bu partilerden herhangi biri olabilir rahatlıkla!

Greve yolu düşmez

Solcudurlar güya ama işçi grevlerine yolu düşmez. “Aslında her iki sistemin de iyi yanları var”cılar hemen dikkatimizi çeker ki, ‘ılımlı kapitalizm’ icat edilmiştir her ne kadar onlar kendilerini ‘ılımlı sosyalist’ olarak tanımlasalar da.

Salt laiklik ekseninde muhalifliği demokrasi neferliği zannedip, ‘sınıf çelişkisi’ne arkasını dönmektir bu ki, zaten bir bakarsınız CHP’li başkan Ankara’da sendikalı işçileri işten çıkarır.

ABD, orduyu cebinde taşır, elinde oynatır, polisin copu emekçiye, devrimciye, demokrata demir olurken bizim eski solcu ‘cici sosyal demokratlarımız’, “Devletle papaz olamayalım” hesabına, bu kurumları ‘aklama’ derdine düşmüşler.

Uğraşmayın boşa!

Kamerayı çeviririz ötekisine, reklamcı olmuştur, insanları etkileme yöntemlerinden aklında kalanlarla ‘başarılı’ ya da ‘köşe’ olur, geçmişin tek izi olan ‘top sakalıyla’ ahkâm keser, içki masasında solu masaya yatırır, barda müzisyenlere ‘Cemo’yu çaldırmayı muhaliflik zanneder, oysa bunların kişisel mastürbasyondan öte bir işlevi yoktur. Cümlelerinin sonundaki ‘Biz de yaptık ne oldu, uğraşmayın boşa!”larla umut kemirgenliğini meslek edindiklerine şahit oluruz. Sol hareketin zaaflarının ve eksikliklerinin bilgisine de sahip olduklarından, kendi yapmayışlarının kılıflarını da rahatlıkla bu zaaf ve eksikliklerden örebilirler.

Kamerayı bırakırız, gazeteyi çeviririz, hemen bu satırlara konu olan tipolojinin köşe yazarı çeşitlemesi gözümüze çarpar. Her yazıda sadece kendini ‘dışa vurur’, insanlar kendilerine dair olanı, umudu okumaz ondan, duymaz. Sonra ‘vurdumduymaz’ ilan edilir bütün okumayanlar ya da okuyup anlamayanlar! Oysa entelektüel(!) yazarımız fısıldamayı dahi unutmuş, düpedüz kendi kendine konuşmaktadır.

Demokratik rantçılar

“Bizim zamanımızda…” ile başlayan cümleleriyle gençlere türlü akıllar(!) veren, “Ben de 68/78’liyim” laflarıyla piyasada dört dönen ‘demokratik rantçılar’a sıklıkla rastlarız. Halleri oldukça acınası görünür ama daha belirgin olansa geçmişte taşıdığı değerle bugün taşıdığı arasındaki yaman çelişkidir.

________________Serdar Y. Türkmen____________


28 Ocak 2009 Çarşamba

Yaşamak; özgür ve doyasıya…

Ağlayalım mı, gülelim mi bilemiyorum ama tam bir trajedi ülkesinde yaşıyoruz. Uymadı bu trajedi sözcüğü bu lafa ama bazen yaşadıklarımız güldürür bizi komik olmasa da. Gülersin acı acı çünkü için acır. Çünkü elinden başka bir şey gelmez. Bu da öyle bir şey işte. Evden bir umutla ekmek parasını kazanmak için dışarıya çıkan insanların, eve ekmek değil de cenazelerini gönderdiği bir ülkede yaşamak, o gün ölmediyse şüpheyle hangi gün öleceğinin hesabını yaparak ya da en kötüsü de ölmeyip de yaşayan ölüler gibi yaşamak… Bu bir trajedi. Bunun neresine gülüyorsun diyorsanız ben de size çünkü bu ülkede bir kum çuvalı insandan daha değerli ve bir kum çuvalının heba edilmesindense üç insanın canına kıyılabilir diyorum. Çünkü ülkemizde her şeye art arda zam gelirken-elektirik, su, doğalgaz vs.-Türkiye’deki en ucuz şey insan hayatı. Yani cebinizdeki parayla en fazla alabileceğiniz şey ücretli köle…
Evet, ben tuzla tersanesinde çalışan bir işçiyim. Hani şu kum çuvalları kadar değeri olmayan, hani sadece nefes almanın yanı sıra yaşamak için ekmeğe de ihtiyacı olan ve sadece asıl amacı hayatı yaşamak değil de ona katlanmak olan tersane işçisi Ali, Veli, Ahmet, Mehmet’im… Ne acıdır ki her gün ölüyorum dirilmeden… Yaşamak diyoruz buna da işte, özgürce, doyasıya yaşamak…
Ben Erzurum’da, Muş’ta, Diyarbakır’da, Bingöl’de, Mardin’de yaşayıpta, çocuklarım aç kalmasın diye evimi yurdumu bırakıp taşı toprağı altın İstanbul’a gidip kaçak kot taşlama atölyelerinde ölüme terk edilen on binlerce insandan biriyim. Ve o kadar açım ki ölmeye bile razıyım. Ben sigortasız çalıştığım için hukuk mücadelesi veremeyen, makineye bağlı yaşamak zorunda kalan, elinde bir cılız nefesten başka bir şeyi olmayan hasta bir işçiyim. Bilirsiniz yaşadığım toprakları. Soğuktur. O kadar soğuktur ki ellerini acıtır. Kar altındadır aylarca yaşadığım yerin toprakları. İş yoktur güç yoktur. Hanede en az 8–9 çocuk. Çaresiz düşersin yollara. Bilmediğin şehirlere, duymadığın seslere doğru yol alırsın. Alın teriyle çalışırsın. Soymazsın, çalmazsın, çırpmazsın. Onurlu bir hayat için yani. Karşılığında bir şey almayı bırak bir de canından olursun. Adını belki de ilk defa duyduğun Çöl akciğeri hastalığına yakalanırsın. Tedavisi yoktur. Ölümü beklersin. Geçmez zamanlar makineye bağlı nefes almaya çalışarak. Ama yine de yaşamak istersin bir hevesle. Çünkü hayat çoğu zaman çekilmese de son nefese kadar tatlı gelir yaşamak. Yaşamak; özgürce, doyasıya yaşamak…
Ben Güneydoğu’dan Karadeniz’e fındık işçisi olarak gidip, Kürt olduğum için yerleşim yerlerine alınmayıp yol kenarlarında çaresiz bir şekilde yatmak zorunda olan sıradan bir Kürt vatandaşıyım. Ne kadar çok çalışırsak o kadar para alırız diye çoluk çocuk doluştuk bir kamyonetin arkasına. Çıktık yola bir hevesle. Yeter ki iş olsun. Biz çalışıp çocuklarımızın karnını doyuralım da varsın Fizan’a gidelim. Ama gel gör ki Kürtsün. Türkler kardeşindir ama ‘bazıları’ gibi düşünenlerden değilsin. Öylece kalırsın ortada. Dönüp geriye aç susuz yaşamaktansa, yatarsın çaresizce yol ortasına. Engeller olacaktır tabiî ki hayatta. Askerlik yan gelip yatma yeri olmadığı gibi hayatta sorunsuz ve düz değildir. Engebeler vardır dört bir yanında. İnadına yaşamak… Özgür ve doyasıya…
Evet, ben Kürt’üm, ben yoksulum, ben fakirim, ben işçiyim, ben çiftçiyim. Tanrım ne kadar çok günahım var! Peki ya sen tanrım, sen affedebilecek misin beni? İşlediğim bu suçları yok sayabilecek misin? Ya da bir umut sormak istiyorum sana: ‘Başka bir hayat mümkün değil midir?’ Ne olur ‘evet’ de bana. Aç susuz yaşamak değil de umutsuz bir mahlûk olarak yaşamak koyar adama.

____________Derya EMEKET_______________

26 Ocak 2009 Pazartesi

UYUMSUZ ADAM

Hoş geldiniz!Issız bir çölün ortasında başlar hikaye bu karşılama merasimiyle…Daha nerede olduğunu bile anlayamadan bir otomobile bindirilip adına kent denilen yere götürülürsün.büyülenmişsindir ihtişamından kentin…İyi davranılmaktadır sana hatta hemen bir iş bile verirler.Yüksek bir kulenin bilmem kaçıncı katındaki lüks ofisinden kenti izlemektesindir tadını çıkartmaktasındır yeni hayatının.Bir süre sonra bir sevgiliye de sahip olursun.Kent cömerttir,ev sahiplerin gerçekten senin için her şeyi düşünmektedirler,sana yepyeni bir hayat vermişlerdir ve senden bütün istedikleri sorgulamaman ve bu ezberin dışına çıkmadan yaşamandır sadece…
Sokaklarda birbirinin aynısı insanlar dolaşmaktadır,ifadesiz binlerce yüz,sistemin köpekleştirdiği bir siviller ordusu,kentin sahipleri.,iyi programlanmış robotlar topluluğu…İşte gerçeğinle yüzleşmen de tüm bunları fark etmenle başlar.Seni diğerlerinden ayıran önemli farklar vardır çünkü.Sen aşk aramaktasındır ama aşk yoktur;sen koku aramaktasındır ama koku yoktur;sen renk aramaktasındır ama renk de yoktur.Şimdi o gösterişli gökdelenler,o alımlı hanımefendiler,bol kazançlı işin sadece yokluğu ifade etmektedir sana.Bu kentte her şey vardır ama yaşam yoktur…
Şimdi bütün isteğin bu sahtelikler kentinden kaçmaktır.Başka bir yaşamın mümkün olduğunu bilmektesindir.Sesin,kokunun ve rengin olduğu bir yaşam…Ve çok geçmeden seninle aynı arayışın içinde olan bir adamın peşine takılırsın.Adam sesi bulmuştur bir apartmanın bodrum katındaki küçücük bir delikten çıkan ve sana yeniden umudu veren sesi.Ardından o güzel ses kokuya dönüşür.Koku seni adeta tahrik etmiştir ancak senin istediğin bundan daha da fazlasıdır.Sen kokunun geldiği kaynağı,gerçek yaşamı istemektesindir artık.Ve gerçeği bulursun.Gerçek, bir dilim çikolatalı pasta olarak elinde durmaktadır…

Ancak bu durum kentin itaatkar bekçilerinin hiç hoşuna gitmez.Yakalanırsın.sen artık bu kentteki mükemmel uyumu bozan tehlikeli bir yaratık olmuşsundur onların gözünde.Kentin sahipleri başlardaki nezaketlerinden çok şey kaybetmişlerdir artık.Cezan bellidir.Kentten kovulursun.Çünkü sen sana sunulan,sana dayatılan gerçekle yetinmeyecek kadar yaşayan bir canlısındır.Çünkü sen “UYUMSUZ ADAM” sındır...

Orijinal adı Den Brysomme Mannen(Uyumsuz Adam)’da yönetmen Jens Lien, insani bütün değerlerin hiçleştiği,yok olduğu ‘mükemmel kapitalist’ bir kenti ve bu kentte daha insani şeyler arayan bir adamın öyküsünü anlatıyor bizlere.Yönetmen yarattığı olağanüstü atmosferle aslında bugünün dünyasına önemli bir eleştiri getirmektedir.2006 yılında yapılan Norveç/İzlanda ortak yapımı bu filmi kesinlikle kaçırmamanızı tavsiye ederim..

_____________Soner Küçükergüler_______________

24 Ocak 2009 Cumartesi

SİNEMA DOĞARKEN



(I. Bölüm)

Filmin gelişimi:

Filmin gelişimini üç farklı açıyla değerlendirebiliriz:

1.Bilimsel: sinemanın teknik bir oluşum olarak mekanik yapısıyla ilgilidir.(projektörlerin çalışması, kameranın anlaşılması gibi)
2.Tecimsel: sinemanın bir endüstri olarak çarpıcı gelişimini ele almaktadır.
3.Estetik: sinemanın dramatik ve kurgusal bir ifade aracı olarak oluşumunu ele alır. Bu aracın sınırları ve sınırsızlıkları incelenen konular arasında bulunmaktadır.
Sinema tarihini incelerken bilimsel ve tecimsel gelişimin iç içe olduğunu ve doğru orantılı bir gelişim gösterdiğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Bizde bilimsel gelişim konusunu tecimsel gelişimin içinde anlatacağız.

· Filmin tecimsel gelişimi:

Filmin genel kullanımı 1887 yılında Edison’un dönen fotoğraf aygıtı ile başladığı kabul görmektedir.( Brecht sinema tarihini tragedyalara kadar dayandırmaktadır. Bunu da şöyle açıklar: sinemanın odak noktasını oluşturan özdeşleşme ve film akışı içinde yaşanılan soyutlaşma seyirciyi pasifize eder,benzer bir dururum tragedyalarda da söz konusudur, bu da sinemanın binlerce yıllık geçmişi olan tragedyaların üzerine kurulduğunu ifade eder.)
Edison 1889 yılında nitro selüloz temel üzerinde oluşturulan ilk Eastman-kodak film örneklerini ortaya koyacaktı,bu da kineteskop olarak adlandırılacaktı. Bu aşamadan sonra Edison laboratuarında aynı anda yalnızca bir kişini izleyebileceği bir dizi resim izlenebilen deneyler gerçekleştirmiş olacaktı.

Edison 1894 yılında kineteskop’unu New York halkına ticari açıdan sundu. Artık piyasalarda bu makinelerin yüzlercesi satılıyordu. Bu filmlerin konuları: boks maçları, danslar ve varyete gösterileriydi. Ancak bu filmlerin aynı anda yalnızca bir kişi tarafından izlenebilme sınırlaması nedeniyle, aynı anda bir oda dolusu insanın izleyebileceği ekran resimleri oluşturan bir magic lantren (büyülü fener) talebi meydana gelmiş bulunuyordu. Edison buna pek sıcak bakmadı. O, bu alandaki talebin hemen düşebileceğine inanıyordu ve cihazın yabancı ülkelerdeki patentine bile izin vermedi. Böylece bu büyük buluşu yapmak için Lumiere kardeşlere yol açtı.
Aynı dönemde avrupada başka deneyler ve denemeler yapılmaktaydı. Bunların tümü Edison’un kineteskopu ile büyülü fenerin birleştirilmesi amacını taşıyordu.
Méliés 1896 da Jules Verne’nin aya seyahat bilim kurgu romanının sinema uyarlamasını gerçekleştirdi. Bu tür yapımlarda büyük başarılar kazanılmasına karşın hareketli resimlerle bir öykü anlatmanın ilk gerçek girişimini 1903 yılında gerçekleşti. Bu Edwin S. Porterin 800 feet uzunluğundaki(yaklaşık olarak 9 dakika) The Great Train Robbery (büyük tren soygunu) adlı yapıt olacaktı. Öykülü filmlerin başarı kazanmasıyla birlikte beş sentlik sinema salonları ortaya çıkmıştır.

1911’den 1914’ de kadar endüstri hızlı bir şekilde gelişti. Bu gelişmeler avrupada kendini iyiden iyiye hissettirmekteydi. 1000 feet i( yaklaşık olarak 12 dakika) aşan ve kaliteli yapımlar birbiri ardına çoğalıyordu. Amerikan yapımcıları bu filmleri almakta, New York ve başka yerlerde sunmaktaydı. İngiltere Hepworth, Biritsh ve Colonial Kinematograf ve Landon film Companies, nitelikli film talebini karşılamak için üretimler yapıyordu. Fransa’da daha çok ulusal eğilimli yapıtlar baş gösteriyordu. İtalya’dan da bir dizi büyük yapımlar çıkacaktı.(Homeros’un, Odyssey, The Fall Of Troy /truvanın düşüşü/ Faust) ancak bunların en büyüğü 1912 de yapılan 8000 feet(yaklaşık olarak 90 dakika) uzunluğunda dev bir yapım olan Quo vadis? filmidir. Bu yapım George Kleine tarafında satın alınacak ve Amerika’da gösterime girecektir. Amerikan yapımcıları Quo Vadis? i izledikten sonra ilk düşündükleri şey bu filmden daha görkemli bir yapımı oluşturmak olmuştur. Griffith’in The Birth a Nation (bir ulusun doğuşu) filmi İtalya’ya verilen bir yanıt niteliği taşıyordu. (Robin Hood, Ben-Hur, Casanova gibi filmler hep bu düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.) I. Dünya savaşından birkaç yıl önce uzun metrajlı filmler bir endüstri oluşturmaya yeter hale gelmişti ve 1914te Strand sinema salonu açıldı. Brodway de sinema tarihinin yeni bir çağı başlıyordu.
1914te savaşın patlak vermesiyle birlikte avrupada sinema nerdeyse sona erdi. Bu durum amerikanın işine geldi ve bu ticari fırsatları en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştı. Fakat yapımcılar için aynı şey söylenemez. Film finansörleri savaştan elde ettikleri gelirleri sinema gibi pahalı ve uzun vadede belirsizlik riski taşıyan bir endüstriye yatırmaktan çekindiler. Ancak bir süre sonra bu kaygılar bir kenara bırakılacak ve amerikan üretim firmaları yıldan yıla büyüyecekti.
1918 yılına gelindiğinde amerikan firmaları tüm dünya piyasasını ele geçirmiş olacaklardı. Öyle ki film sektörüne havlu atmış olan İngiltere ve Avrupa artık amerikan basit yapımlarını kabul edecek, yıllarca salonlarda izletecek ve halkın başka filmler olduğundan bile haberi olmayacaktı. Bu durum 1930lu yıllara kadar devam edecekti.

Avrupada amerikan filmlerinin egemenliğini kırmak için yapılacak yoğun mücadele çok uzun ve zorlu bir savaş demekti. Avrupa çıkışlı (özellikle Almanya, Fransa) filmlerin niteliksel olarak Hollywood filmlerinden üstün olduğu kabul edilirken bu yapımların Hollywood karşısında kar elde edebilmeleri için filmlerin Amerika’da da gösterime girmesi gerekiyordu. Buna da pek olanak tanınmıyordu.(ayrıntı: sanatta nitelik anlayışı özneldir. Burada kastedilen nitelik, sinemanın unsurlarından biri olan teknik araçları ve kullanımını içermektedir. Sinemada diğer sanatlara nazaran biraz daha belli bir nitelik eşiği vardır, buda ortak payda eşiği olarak tanımlanır. Mevzu bahis olan niteliksiz filmler bu ortak payda eşiğinin altında olarak kabul görür.)
Savaştan sonra avrupada büyük ölçekli film yapımına girişen ülke Almanya oldu. (tabi burada SSCB’ desteği göz ardı elde edilemez. Devrim sonrası, özellikle Sergei eisenstein önderliğiyle büyük atılımlar gösteren Rus sineması, ticari kaygılar olmaksızın yalnızca halkına filmler yapıyordu.) bu büyük ölçekli alman sinemaları tabi ki amerikan göz alıcılığına sahip değildi. Fakat Almanların teknik anlamda yetişmiş elemanları (yönetmenler, oyuncular, kesiciler) ABD ye gidecek ve birkaç yıl içinde yıpranıp geri döneceklerdi. Avrupanın diğer ülkeleri film üretme çabalarına girişmişlerse de durumları yinede farklı olmamıştır. Hollywood makinesine karşı ayakta durmak. Özellikle yetenekli elemanların ABD yolunu tutmasından sonra imkansız hale gelmiştir. Bu yetenekli kişiler bireysel ve toplumsal olarak kendi özgünlüklerini işlemeyip bu Hollywood dişlisinin bir parçası olmayı tercih etmişlerdir. Hollywood’a gidip başarılı işler çıkarma hayalleri kuran Avrupalı yönetmenler ne yazık ki hüsrana uğrayacaklardı. Çok silik izlerle geçtikleri Hollywood yolu onlar için birer anı olacaktı. 1925 yılına gelindiğinde uluslar arası sinema görünümü, sonu olmayan bir sıkıntıya yol açmaya başladı. Hem politik hem endüstriyel anlamda güçlükler yaşanmaktaydı. Avrupa, amerikanın beyaz perdeyi kendi hegemonyası altında bulundurmasının sıkıntılarını hissetmeye başlamıştı. Gerek amerikan halkının yaşayış tarzı gerekse ticari ilişkisi göze batarcasına gösterilmekte ve bu şekilde ajitasyon yapılmaktaydı. Bu durum dünya ticaretini de etkisi altında bulunduruyordu. Yalnızca Avrupa değil, Asya, Afrika ve Avustralya’da bu durumdan etkilenmekteydi. Hollywood kendi oyuncularını diğer ülkelere gönderebilirken elinden geldiğince diğer ülkelerden oyuncu almamaya gayret gösteriyordu. Gönderdiği oyuncular sayesinde de kendi filmlerini pazarlayabilmekte ve dünya pazarını ele geçirmekteydi.

Amerikanın sinema endüstrisini böylesine elinde tutması bir süre sonra Avrupanın kota sınırı uygulamasına neden olacak ve böylece Avrupa sinemasının da karşı atağa geçmesine olanak sağlayacaktı. Fransa, Almanya ve İngiltere sinema endüstrilerinin kurulması için küçük ve büyük bir çok şirket film yapımına destek verecekti. Bunların niteliği tartışılır olsa da sonuç olarak Hollywood’a karşı alternatif sinema gelişmekteydi.( hoş Hollywood sinemasının da nitelikli pek bir yanı kalmamıştı ve bu yüzden bu üretimler göze çok batmıyordu.) 1924 yılında İngiliz sinemasını geliştirmek için bir halk kampanyasına baş vurulmuştu. Fakat kampanya bir karalama şovuna dönüştü. Basındaki yetkin kişilerin abartılı makaleleri, Hollywood yıldızları hakkındaki asılsız karalamalar halkın en kötü İngiliz filmini izledikten sonra bile alkışlatmaya itti ve İngiliz sinema kültürünün temelini oluşturdu.


Yazının ikinci kısmında “bir ifade aracı olarak sinemanın gelişimi” konusuna devam edilecektir…



______________Emrah Cevher______________

19 Ocak 2009 Pazartesi

Gece Kuşları

Tenimin sahipleri kırdılar aynaları
Param parça düşlerim
Gece kuşları parçalıyor etimi
Tenimin sahipleri kırdılar aynaları
Param parça düşlerim
Gece kuşları fısıldar yalnızlığı
Etimin yanık kokusu…

_______Emrah Cevher________

17 Ocak 2009 Cumartesi

CAN ALICILAR – CAM KIRICILAR

İsrail’in saldırıları bir cama benziyor. Camın arkasında da o camı, “camcı”ya yaptıran adam var. Sen de, elindeki sapan yardımıyla o camı kıracak olan veletsin. İşte tam da burada, nişan alınacak, hedef bellenecek “şey”in, “gez-göz-arpacık”ın hizasına gelecek olanın, o camın arkasındaki adam olması gerekli. Elbette taş önce cama çarpacak. Belki ilk denemelerde cam kırılmayacak ya da sadece cam kırılacak. Camı kırılan adam, her seferinde, her denemende daha da ürkecek ve daha zor kırılacak bir cam yaptıracak. Daha önce herhangi bir camcıya yaptırabildiği camı, artık sadece işinde usta olan camcıya yaptıracak. Diğer camcılara da evin kalan ufak cam işleri kalacak. İşte burada, çulsuz kalan diğer camcılar da Kemal Sunal’ın bir filminden alıntı ile o camı kırmak için taşları kuşanacak.

ŞİMDİLİK UFAK TAŞLAR ATILIYOR CAMA
Şimdilik ufak taşlar atılıyor cama, kum-çakıl… Çünkü camcıların içinde hala bir “acaba(?)” var. “En azından, arada bir de olsa bir çerçeve işi veriyor adam, 3–5 kuruş da olsa bir şeyler giriyor cebimize” monologuyla ve dahası diğer camcılara da “pek güvenmediğinden” biraz yavaş atıyor taşları, ufak taşlar seçiyor.

PARASI OLANA SAĞLIK, PARASI OLANA EĞİTİM
Fakat Latin Amerika’da da “halktan yana” partilerin iktidar olmalarından önce gerçekleşen yıkımlar burada da yaşanınca; Temel Demirer’in sözüyle, “Çöpçüler sabahleyin, çöplerle birlikte insan ölülerini de toplamaya…” başladığında, yeni sağlık yasası uyarınca sağlık ocakları kapatılıp, “parası olana sağlık” uygulaması tam anlamıyla yerleşince, özelleştirileceği GATS antlaşmasıyla taahhüt edilen 20 küsür kamusal kurum ve hizmetten biri olan eğitim, sadece “parayı verenin düdüğü çalabileceği” bir alan olunca, nüfus idaresi de dâhil olmak üzere, devletin her kademesi – Tahsin Yücel’in “Gökdelen”inde yargı da özelleşiyor- özelLEŞtirilince… yerden alınan, dahası sökülen taşların boyutları da büyüyecek, cama çarmpa hızı da artacak. Taşlar camı sarstıkça, arkasındakinin korkusu, taşı atanların umudu artacak; ki hiç de uzak değil.

CAM KIRICILARI
O cam artık öyle bir kırılmalı ki, ya bir daha yaptıracak kimse kalmamalı, ya da bir daha yaptırmaya kimse yanaşmamalı. İşte bu taşı fırlatacak olan “geçmişin camcısı” ve şimdinin hem “camcı” hem de “taşçı”sının kazanacağı bilinç, donanacağı bilgi budur. Tabi bu bilgi kitaptan alınmaz, bizzat taş atma eyleminde edinilir, içsel hale gelir. Ne bilinç ne umut ne eylem tek başına bir işe yarar, nasıl doğada tek başına var olamayacağının bilincine varan ilkel insanlar ortak bir mücadele vermişlerse, şimdi de “Bu şartlarda yaşanmaz” diyenlerin bir araya gelmesi “beynelmilel can kıyıcıları”nın karşısına “beynelmilel cam kırıcılarını” çıkarır.

İSRAİL CANLARA KIYMAYA DEVAM EDİYOR
İsrail Savunma Bakan Vekili Matan Vilnai İsrail ordu radyosundaki konuşmasından naklen: “Kassam roket saldırıları şiddetini arttırdıkça ve roketler daha uzun alana ulaştıkça, Filistinliler kendilerini daha büyük bir shoah’a (soykırım’ın İbranicesi-y.n.) hazırlasınlar çünkü kendimizi savunmak için bütün gücümüzü kullanacağız” (Soner Torlak, 29 Aralık 2008, Sendika.org)

FİLİSİN’DEKİ ELEKTRİK, SU VE KANALİZASYON SİSTEMLERİ İŞLEVSİZ
Saldırılarda yüzlerce kişi öldü ve ölmeye devam ediyor, binlerce kişi yaralandı ve yaralanmaya devam ediyor, binlerce kişi de evsiz kaldı, elektrik, su ve kanalizasyon sistemleri işlevsiz durumda ve İsrail, Filistin’e gelen yardım malzemelerinin de geçişine izin vermiyor.

İSRAİL PROTESTO EDİLİYOR

Türkiye’nin dört bir tarafında halk, İsrail’in saldırılarına tepki gösteriyor. Mersin’de de yurt geneline paralel olarak eylemler sürüyor. Demokratik kitle örgütleri, her akşam saat 6’da taş binanın önünde toplanıp, işgali protesto ediyor. Buna binaen de Mersin Barosu da dâhil olmak üzere pek çok kurum da İsrail’i kınadı. Mersin Üniversitesi’nin de, Yenişehir ve Çiftlikköy yerleşkelerinde öğrenciler İsrail’i protesto etti. Mersin’de derdini anlatmaya çalışan köylüye “Ananı da al git” diyen Tayyip bakın ne diyor: “O bombaların altında ölen çocukların ahı yerde kalmayacaktır. (İsrail) o savunmasız kadınların, anaların gözyaşında boğulacaktır.”
Hükümet göstermelik, evet “hakikaten göstermelik” bir açıklama ile kınıyor İsrail’i. Tabi buna”inanmamak için” 1001 sebebimiz var. Bellekleri tazeleyelim; Recep Tayyip’in, İsrail’in önceki saldırılarından biri esnasında; 2002 yılındaki sözleri:
“Bu terör karşısında Türkiye’nin İsrail’le imzaladığı M-60 tanklarının modernizasyonuna ilişkin anlaşmayı askıya alması gerekir.” (Tayyip Erdoğan, 5 Nisan 2002, aktaran Can Dündar)
“Eğer mevcut hükümet Türkiye’nin gücünün farkında değilse yazıklar olsun. 700 yıllık Türkiye, tanklarını modernize etmek için 50 yıllık İsrail’e muhtaç oluyorsa, bu kara kara düşünülmesi gereken bir unsurdur.” (Tayyip Erdoğan, 11 Nisan 2002, aktaran Can Dündar)

İSRAİL’DEN YILLIK 400 MİLYON DOLARLIK SİLAH ALIMI
İktidar olduktan sonra ise anlaşılan o ki, “durum” değişti.
“2002 yılında iktidara geldikten hemen sonra İsrail'le daha önceki hükümet döneminde yapılan 700 milyon dolarlık tank modernizasyonu ihalesine yeşil ışık yakan AKP iktidarı, İsrail'den silah alımı konusunda yıllık ortalama 400 milyon dolarlık toplamla önceki hükümetleri de geride bıraktı.

KONYA HAVA ÜSSÜ 15 KEZ KULLANDIRILDI
Türkiye’nin hizmetleri bununla bitmedi. 2001 yılından bu yana 15 kez gerçekleştirilen ve Konya Hava üssü’nün kullanıldığı Türkiye-İsrail-ABD ortak hava tatbikatları, emperyalizmin bölgeye dönük tecavüzlerinin planlandığı kilit askeri toplantılar haline geldi

183 MİLYON DOLAR CASUS UÇAKLARA, ANTLAŞMALAR DA CABASI
(…)Bu projeler arasında en önemlisi ise 2004 yılında alımı yapılan Heron'lar yani "casus uçaklar"dı. Sadece Heron alımında AKP, 183 milyon doları İsrail'e akıttı.15 Temmuz 2004’te Türkiye ile İsrail arasında Ehud Olmert’le Ankara’da, tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar, oldukça geniş bir alanda işbirliği ve ticaret geliştirilmesi anlaşmaları imzaladı.

LÜBNAN’A ASKER GÖNDERİLDİ
(…)Türkiye'nin İsrail'i sevindiren bir icraatı da Lübnan'a asker göndermek oldu. İsrail ordusunun bozguna uğraması üzerine, yine İsrail'in çağrısıyla, BM Güvenlik Konseyi Lübnan'a asker gönderilmesi için harekete geçti. Türkiye de 261 kişilik Türk İstihkâm İnşaat Bölüğü'nü İsrail'den esirgemedi. İsrail Başbakanı Ehud Olmert, gelişmeyi sevinçle karşıladı. "Türkiye'nin Ortadoğu'da örnek ülke" olduğundan bahsetti. AKP hükümeti tüm bunlara rağmen asker göndermeyi "arabuluculuk" misyonu olarak gösterdi.
(…)13 Kasım 2007'de İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Cumhurbaşkanı Gül'ün "davetlisi" sıfatıyla Türkiye'ye geldi ve TBMM kürsüsünde konuşma yaptı.” (Soner Torlak, 29 Aralık 2008, Sendika.org)


TÜRKİYE-İSRAİL ARASINDAKİ SANAYİİ İŞBİRLİĞİ 1,8 MİLYAR DOLAR

“Geçen yıl itibariyle Türkiye ve İsrail arasındaki savunma sanayii işbirliği 1,8 milyar dolar…” (Lale Sarıibrahimoğlu, Taraf)

Antlaşmalar halen yürürlükte,
Türkiye’nin İsrail’le 167 milyon dolarlık silah alım anlaşması (var) ve İsrail şirketlerine havacılık istihbaratı sistemleri için 141 milyon dolar (ödeyecek) … Demek “bombaların altında ölen çocukların ahına, savunmasız kadınların gözyaşına” sebep olan bombalarda Türkiye’nin de maddi katkısı var. (Can Dündar, Milliyet, 6 Ocak 2009)

Savunma Sanayi İcra Komitesi (SSİK), RF-4E uçaklarına yerleştirilecek pod ihalesini, bir önceki ihaledeki yükümlülüklerini yerine getirmeyen ve ürünü reddedilen İsrailli Elbit firmasına verdi. İhaleyi kazanan İsrailli firmanın, önceki ihaleyi de kazanan El-Op şirketler birliğinin alt firması olduğu ortaya çıktı. (Hürriyet, 4 Ocak 2009)

“Gazze’deki vahşet karşısında İsrail’le imzalanan silah anlaşmasını iptal etmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna, hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in cevabı: “Ülkeler arasındaki işbirliği nedeniyle askeri bağların koparılması söz konusu olamaz. İsrail’le askeri işbirliği, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmektedir.” (aktaran Can Dündar)




----------------------------Serdar ------------------------------

16 Ocak 2008
Mersin

15 Ocak 2009 Perşembe




I

Ağlayan bir adamın öyküsü bu
Sadece dinle…
Her şey birazdan çok zor olacak
Şimdi sigaraya bir kıvılcım değmeli
Tik tak tik tak tik tak…








II


Ağlayan bir adamın öyküsü bu
Sadece dinle…
Karanlığın en kuytusu ve sessizlik
Bir hıçkırık sesi
Bir kere daha
Bir daha
Ve bir daha…
Soluğumu duyabiliyor musun?
Şimdi bir metalin soğukluğunu omuriliklerinde hissetme zamanı
Üşüdüğünle kalmayacaksın inan
Sorguladıkların bildiğin kelimelerin bilmediğin harfleri olacak
Üşüdüğünle kalmayacaksın inan
Tanımadığın yüzler göreceksin rüyalarında
Şarjörünü doldurmaya kalmadan düşeceksin
Buharı tüten sıcakkan kokusu
Oluk oluk…
Ve yanağına uğramadan yere düşen gözyaşın fısıldayacak
Bir ninni gibi kulaklarına “kan ve barut kokusu bu”
Ağla şimdi ama hıçkırmadan!











III

Ağlayan bir adamın öyküsü bu
Sadece dinle…
Derin uzun ve tok bir tını
Hüzün ağıt yakıyor…
Molozların arasına sıkışmış ölü bir bebek
Gözyaşına dokunuyorum…
Gözyaşına sıkışmış külün rengi
Ruhlar görmüş
Korkarak dolanıp dururmuş buralarda
Korktuğunla kalmayacaksın inan
Gri bir kentin gecesini hissedeceksin her soluğunla
Korktuğunla kalmayacaksın inan
Sarı sarı nefesler alıp vereceksin
Bir hıçkırık sesi
Bir kere daha
Bir daha
Ve bir daha…
Gözyaşlarımda yüzerken yutacaksın külün rengini
Boğulacaksın!
Gri bir kentin molozlarında gözyaşına kül bulaşan kızım…
Derin uzun ve tok bir tını
Hüzün ağıt yakıyor…

___________________Emrah CEVHER__________________