28 Ocak 2009 Çarşamba

Yaşamak; özgür ve doyasıya…

Ağlayalım mı, gülelim mi bilemiyorum ama tam bir trajedi ülkesinde yaşıyoruz. Uymadı bu trajedi sözcüğü bu lafa ama bazen yaşadıklarımız güldürür bizi komik olmasa da. Gülersin acı acı çünkü için acır. Çünkü elinden başka bir şey gelmez. Bu da öyle bir şey işte. Evden bir umutla ekmek parasını kazanmak için dışarıya çıkan insanların, eve ekmek değil de cenazelerini gönderdiği bir ülkede yaşamak, o gün ölmediyse şüpheyle hangi gün öleceğinin hesabını yaparak ya da en kötüsü de ölmeyip de yaşayan ölüler gibi yaşamak… Bu bir trajedi. Bunun neresine gülüyorsun diyorsanız ben de size çünkü bu ülkede bir kum çuvalı insandan daha değerli ve bir kum çuvalının heba edilmesindense üç insanın canına kıyılabilir diyorum. Çünkü ülkemizde her şeye art arda zam gelirken-elektirik, su, doğalgaz vs.-Türkiye’deki en ucuz şey insan hayatı. Yani cebinizdeki parayla en fazla alabileceğiniz şey ücretli köle…
Evet, ben tuzla tersanesinde çalışan bir işçiyim. Hani şu kum çuvalları kadar değeri olmayan, hani sadece nefes almanın yanı sıra yaşamak için ekmeğe de ihtiyacı olan ve sadece asıl amacı hayatı yaşamak değil de ona katlanmak olan tersane işçisi Ali, Veli, Ahmet, Mehmet’im… Ne acıdır ki her gün ölüyorum dirilmeden… Yaşamak diyoruz buna da işte, özgürce, doyasıya yaşamak…
Ben Erzurum’da, Muş’ta, Diyarbakır’da, Bingöl’de, Mardin’de yaşayıpta, çocuklarım aç kalmasın diye evimi yurdumu bırakıp taşı toprağı altın İstanbul’a gidip kaçak kot taşlama atölyelerinde ölüme terk edilen on binlerce insandan biriyim. Ve o kadar açım ki ölmeye bile razıyım. Ben sigortasız çalıştığım için hukuk mücadelesi veremeyen, makineye bağlı yaşamak zorunda kalan, elinde bir cılız nefesten başka bir şeyi olmayan hasta bir işçiyim. Bilirsiniz yaşadığım toprakları. Soğuktur. O kadar soğuktur ki ellerini acıtır. Kar altındadır aylarca yaşadığım yerin toprakları. İş yoktur güç yoktur. Hanede en az 8–9 çocuk. Çaresiz düşersin yollara. Bilmediğin şehirlere, duymadığın seslere doğru yol alırsın. Alın teriyle çalışırsın. Soymazsın, çalmazsın, çırpmazsın. Onurlu bir hayat için yani. Karşılığında bir şey almayı bırak bir de canından olursun. Adını belki de ilk defa duyduğun Çöl akciğeri hastalığına yakalanırsın. Tedavisi yoktur. Ölümü beklersin. Geçmez zamanlar makineye bağlı nefes almaya çalışarak. Ama yine de yaşamak istersin bir hevesle. Çünkü hayat çoğu zaman çekilmese de son nefese kadar tatlı gelir yaşamak. Yaşamak; özgürce, doyasıya yaşamak…
Ben Güneydoğu’dan Karadeniz’e fındık işçisi olarak gidip, Kürt olduğum için yerleşim yerlerine alınmayıp yol kenarlarında çaresiz bir şekilde yatmak zorunda olan sıradan bir Kürt vatandaşıyım. Ne kadar çok çalışırsak o kadar para alırız diye çoluk çocuk doluştuk bir kamyonetin arkasına. Çıktık yola bir hevesle. Yeter ki iş olsun. Biz çalışıp çocuklarımızın karnını doyuralım da varsın Fizan’a gidelim. Ama gel gör ki Kürtsün. Türkler kardeşindir ama ‘bazıları’ gibi düşünenlerden değilsin. Öylece kalırsın ortada. Dönüp geriye aç susuz yaşamaktansa, yatarsın çaresizce yol ortasına. Engeller olacaktır tabiî ki hayatta. Askerlik yan gelip yatma yeri olmadığı gibi hayatta sorunsuz ve düz değildir. Engebeler vardır dört bir yanında. İnadına yaşamak… Özgür ve doyasıya…
Evet, ben Kürt’üm, ben yoksulum, ben fakirim, ben işçiyim, ben çiftçiyim. Tanrım ne kadar çok günahım var! Peki ya sen tanrım, sen affedebilecek misin beni? İşlediğim bu suçları yok sayabilecek misin? Ya da bir umut sormak istiyorum sana: ‘Başka bir hayat mümkün değil midir?’ Ne olur ‘evet’ de bana. Aç susuz yaşamak değil de umutsuz bir mahlûk olarak yaşamak koyar adama.

____________Derya EMEKET_______________

Hiç yorum yok: