9 Mayıs 2010 Pazar

UĞUR VARDAN

-RADİKAL-

"sancılı" dönemlerden...


Zaman ‘öteki’ ‘beriki’ kimliklerini geçersiz addedip sadece ‘vatandaş’ tanımında buluşmanın zamanıyken ‘modern’ Türk devleti hem 20. yüzyılda, hem de (ısrarlı bir şekilde) 21. yüzyılda işin kolayına ve ‘insanlık dışı’ olanına kaçtı, kaçıyor. Şimdi müsaadenizle ‘politik doğruculuk’tan uzak cümleler kuracağım: Aramızdaki ‘öteki’ler, kültürümüzün, toplumsal hayatımızın renklerinden öte bize bir anlamda önceki devlet modelimizden kalan ‘emanet’lerdi. Osmanlı, tamam bazen kendi bile ayakta duramıyordu ama yine de ‘onları’ çoğu kez bir meslek erbabı (mimar, ustabaşı, tüccar, banker, terzi vs aklınıza ne geliyorsa) olarak gördü, ama her şeyden önce tebasının önemli bir unsuru kabul ederek toplumsal yapısının içine kattı ve sonuçta, ‘ötekilerini’ emanet etti gitti (hoş gider ayak İttihat ve Terakki vasıtasıyla ‘Büyük Felaket’i de armağan etti tarih sahnesine ya neyse). ‘Emanet’, bu coğrafya için önemli bir sözcüktür; malum korunup kollanmayı gerektirir. Oysa modern devlet, korumayı yok etme olarak algıladı nedense. Belki resmi yoldan değil ama ‘derin’ ve kanlı yanı, hep bu refleksi gösterdi. Gerekçe ise hep aynıydı: Söz konusu vatansa, gerisindeki her bişey teferruattır...

Bir tür ‘özür’ filmi
‘Güz Sancısı’nın sinema yazarları için yapılan öngösterimi, Hrant Dink’in yitirilişinin ikinci yıldönümüne rastladı. Önce anma törenindeydik, sonra da filmde. Film, bir zaman tüneliydi adeta, tören ise yaşanılan anın ifadesi. İkisi de birbirini tamamlıyordu sanki... Geçmiş de, şimdiki zaman da aslında çok farklı değildi. Evet, bir toparlama gerekirse, bu devletin o kadar çok özür dilemesi gereken ‘falsosu’ var ki; ‘Güz Sancısı’ da bu konuda yeni bir kapıyı aralıyor. Tomris Giritlioğlu, sinema serüveni boyunca ‘uslu’ durmadı, hep ‘resmi tarih’in ‘Elleşmeyin’ dediği konularla ilgilendi. ‘Suyun Öte Yanı’yla başlayıp ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nde devam eden bu ‘özür dilenesi’ konularla didişme, son çalışması ‘Güz Sancısı’nda da sürüyor. Film, tıpkı ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ gibi Yılmaz Karakoyunlu imzalı bir romanın uyarlaması.
Ama önce konu üzerinde kısa bir gezintiye çıkalım dilerseniz... Yıl 1955... Antakyalı bir toprak ağasının idealist oğlu Behçet, bir yandan Hukuk Fakültesi’ndeki asistanlık gö-revini sürdürmekte, bir yandan da (eskinin bürokratı, yeninin de ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ başkanı) Kenan Bey’in kızı Nemika’yla evlenmeye hazırlanmaktadır. Yanlarında bir tür evlatlık olarak büyüyen ve hayattaki en yakın arkadaşı olan Suat da, sağcı ama liberal fikirlere sahip Ömer Saruhan’ın gazetesi İstanbul Ekspres’te amatör ruhla takılan solcu bir akademisyendir. Ülke ise toplumsal gerilimin yavaş yavaş doruğa çıktığı günleri yaşamaktadır. Kıbrıs’taki Türklere ilişkin saldırıların artmasıyla içeride milliyetçi hava yükselmiş, çeşitli mecralarda ‘farklı’ düşünenlere karşı ‘cadı avı’ başlamıştır. Müstakbel kayınpederi Kenan, Behçet’ten fakültedeki ‘solcuların’ listesini ister. Kendisi de Türkiye’nin dış politikada haksızlığa uğradığına inanan Behçet, bu listenin netleşmesine yardımcı olur. Üstüne üstlük arkadaşı Suat’ın da dahil olmasına ses çıkarmaz. Öte yandan genç adam, oturduğu evin karşı apartmanında daha çok pencereden gördüğü Rum kızı Elena’ya, giderek ilgi duymaya başlar. Elena ise, babaannesiyle yaşadığı evde özel müşterilere hizmet veren bir fahişedir. Ama ilgisini fark ettiği Behçet’e, o da yavaş yavaş vurulur. Bir yanda Nemika, bir yanda Elena, bir yanda ülke meseleleri derken, Behçet’in kafası iyice karışır...

Dizi film etkisi
Yönetmen Giritlioğlu, 1999 tarihli çalışması ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nden bu yana film çekmiyordu. Aradan geçen süre içinde, biri Türk televizyonlarının en azından içerik açısından yüz akı projelerinden ‘Hatırla Sevgili’ olmak üzere ‘dizi sektörü’ için emek harcadı. Yeniden yönetmenlik koltuğuna oturduğu ‘Güz Sancısı’ ise, meseleyi doğru koymak, Cumhuriyet tarihinin en ayıp sayfalarından biri olan ‘6-7 Eylül olayları’yla hesaplaşmak açısından önemli bir çaba. Ama ne var ki filmin kendisi, sinematografik açıdan aynı önemi haiz değil. Bunun gerçek nedeni ne olabilir bilemiyorum ama bana sanki ‘dizi dünyası’yla fazla haşır neşir olmanın bedeli gibi geldi. Film dümdüz ilerliyor, anlattığı olaylar kadar sinemasal bir heyecan vermiyor ve sinema açısından tarihe çok güçlü bir not olarak düşmüyor. Gerçi öngösterim sonrası diğer sinema yazarı arkadaşlarım daha da acımasız davrandılar, ben en azından ‘Güz Sancısı’nın oyunculuk, dönem atmosferi, kostüm ve sanat yönetmenliği açısından sınıfı geçtiği kanısındayım; film, en azından o klişe deyimiyle ‘eli yüzü düzgün bir çalışma’ yargısını hak ediyor. Ama hani hem konusu, hem de kendisi vurucu filmler vardır ve seni, seyirci olarak her şeyiyle çarpıp geçer ya, karşımızdaki ne yazık ki öyle bir çalışma değil.
Diziler bence lig yarışına benziyor, başlardaki problemleri sonradan telafi etme şansınız, yani ‘takımı toparlama’ fırsatınız oluyor. Ara transferler, form tutma, takım ruhu vs, bu yoldaki en önemli unsurlar. Oysa filmler, eleminasyon usulü oynanan kupa maçlarını andırıyor. Gününde değilseniz ve birtakım yan unsurlar, doğru birleşmemişse maçı kaybediyor ve eleniyorsunuz. Sanki ‘Güz Sancısı’nın böyle bir sorunu varmış gibi geldi bana.
Oyunculuklara gelince, ‘eş durumundan’ izlediğim nadir dizilerden olan ‘Hatırla Sevgili ve ‘Aşk-ı Memnu’da, genellikle düz bir performans ortaya koyan Beren Saat’in Elena’da, birkaç sahne dışında çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Keza Murat Yıldırım’ın da Behçet’te benzer bir başarıyı yakaladığını söylemek mümkün. 20 yıl sonra bir sinema filminde rol alan Zeliha Berksoy’u da, ‘mama babaanne’de yer yer klişelere itibar etmesine rağmen beğendim. Okan Yalabık, Belçim Bilgin Erdoğan, İlker Aksum, Hüseyin Avni Danyal, Umut Kurt (‘Beynelmilel’in devrimci genci, artık o bükük bıyıklarıyla sağcı karakterlerin değişmez ismi oldu), hepsi gayet iyiler.

Sırada diğer ‘sancılar’ var
‘İyiler’den bahsetmişken, yağma ve yıkım sahnelerinin çok başarılı olduğunu teslim etmek gerek. Bir başka iyi bir nokta da belki de filmin kalbinin attığı cümlede beliriyor. Babaanne Behçet’e ilişkin, “Tanıdım seni ben. Sen sadece seyircisin bu hayatta” yorumu yapıyor. ‘Güz Sancısı’, ana karakteri vasıtasıyla ‘seyirci’ olan herkese sesleniyor. Özellikle de eylemciden çok izleyen ve bu yüzden de, belki de ‘Behçet hastalığı’na kapılan Türk aydınına... Metafor bağlamında da, Behçet’in evindeki böcekle olan mücadelesinde de (ki bu mücadele ‘Kafkaesk’ bir durum arz ediyor) benzer bir durumu gözlemlemek mümkün. Behçet ne zaman ki böceği öldürecek mecali kendinde buluyor, işte o zaman sesini yükseltecek ve zamanın ‘derin devlet’inin pisliklerine karşı koyacak noktaya geliyor (ama iş işten geçiyor, orası başka).
Sonuç? Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberiyle (Özel Harp Dairesi’nin ilk büyük başarısı) galeyana gelen ‘insanlık müsveddesi’ toplulukların neden olduğu 6-7 Eylül olaylarında 4 binden fazla ev, 1000’den fazla işyeri, 73 kilise, iki manastır, bir sinagog, 26 okul, kimi fabrika, otel ve barlarla birlikte 5 binin üzerinde mekân yağmalandı (binlerce insanın da ocağı söndü). Böylece ‘Varlık Vergisi’yle ‘hız kazanan’, Türkiye’deki sermayenin el değiştirmesi süreci de tamamlandı. Bu konular, Tomris Giritlioğlu sinemasının öncelikli meseleleri arasında. ‘Güz Sancısı’, sinema açısından ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nde daha geride bir noktada duruyor. Öte yandan ele aldığı konu itibarıyla bir ilk. Önemli olan bu konuda bir adım atmaktı, umarım arkası gelir. Öte yandan diğer ‘sancılarımız’ın da bu filmi takip etmesi dileğiyle...