24 Ocak 2009 Cumartesi

SİNEMA DOĞARKEN



(I. Bölüm)

Filmin gelişimi:

Filmin gelişimini üç farklı açıyla değerlendirebiliriz:

1.Bilimsel: sinemanın teknik bir oluşum olarak mekanik yapısıyla ilgilidir.(projektörlerin çalışması, kameranın anlaşılması gibi)
2.Tecimsel: sinemanın bir endüstri olarak çarpıcı gelişimini ele almaktadır.
3.Estetik: sinemanın dramatik ve kurgusal bir ifade aracı olarak oluşumunu ele alır. Bu aracın sınırları ve sınırsızlıkları incelenen konular arasında bulunmaktadır.
Sinema tarihini incelerken bilimsel ve tecimsel gelişimin iç içe olduğunu ve doğru orantılı bir gelişim gösterdiğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Bizde bilimsel gelişim konusunu tecimsel gelişimin içinde anlatacağız.

· Filmin tecimsel gelişimi:

Filmin genel kullanımı 1887 yılında Edison’un dönen fotoğraf aygıtı ile başladığı kabul görmektedir.( Brecht sinema tarihini tragedyalara kadar dayandırmaktadır. Bunu da şöyle açıklar: sinemanın odak noktasını oluşturan özdeşleşme ve film akışı içinde yaşanılan soyutlaşma seyirciyi pasifize eder,benzer bir dururum tragedyalarda da söz konusudur, bu da sinemanın binlerce yıllık geçmişi olan tragedyaların üzerine kurulduğunu ifade eder.)
Edison 1889 yılında nitro selüloz temel üzerinde oluşturulan ilk Eastman-kodak film örneklerini ortaya koyacaktı,bu da kineteskop olarak adlandırılacaktı. Bu aşamadan sonra Edison laboratuarında aynı anda yalnızca bir kişini izleyebileceği bir dizi resim izlenebilen deneyler gerçekleştirmiş olacaktı.

Edison 1894 yılında kineteskop’unu New York halkına ticari açıdan sundu. Artık piyasalarda bu makinelerin yüzlercesi satılıyordu. Bu filmlerin konuları: boks maçları, danslar ve varyete gösterileriydi. Ancak bu filmlerin aynı anda yalnızca bir kişi tarafından izlenebilme sınırlaması nedeniyle, aynı anda bir oda dolusu insanın izleyebileceği ekran resimleri oluşturan bir magic lantren (büyülü fener) talebi meydana gelmiş bulunuyordu. Edison buna pek sıcak bakmadı. O, bu alandaki talebin hemen düşebileceğine inanıyordu ve cihazın yabancı ülkelerdeki patentine bile izin vermedi. Böylece bu büyük buluşu yapmak için Lumiere kardeşlere yol açtı.
Aynı dönemde avrupada başka deneyler ve denemeler yapılmaktaydı. Bunların tümü Edison’un kineteskopu ile büyülü fenerin birleştirilmesi amacını taşıyordu.
Méliés 1896 da Jules Verne’nin aya seyahat bilim kurgu romanının sinema uyarlamasını gerçekleştirdi. Bu tür yapımlarda büyük başarılar kazanılmasına karşın hareketli resimlerle bir öykü anlatmanın ilk gerçek girişimini 1903 yılında gerçekleşti. Bu Edwin S. Porterin 800 feet uzunluğundaki(yaklaşık olarak 9 dakika) The Great Train Robbery (büyük tren soygunu) adlı yapıt olacaktı. Öykülü filmlerin başarı kazanmasıyla birlikte beş sentlik sinema salonları ortaya çıkmıştır.

1911’den 1914’ de kadar endüstri hızlı bir şekilde gelişti. Bu gelişmeler avrupada kendini iyiden iyiye hissettirmekteydi. 1000 feet i( yaklaşık olarak 12 dakika) aşan ve kaliteli yapımlar birbiri ardına çoğalıyordu. Amerikan yapımcıları bu filmleri almakta, New York ve başka yerlerde sunmaktaydı. İngiltere Hepworth, Biritsh ve Colonial Kinematograf ve Landon film Companies, nitelikli film talebini karşılamak için üretimler yapıyordu. Fransa’da daha çok ulusal eğilimli yapıtlar baş gösteriyordu. İtalya’dan da bir dizi büyük yapımlar çıkacaktı.(Homeros’un, Odyssey, The Fall Of Troy /truvanın düşüşü/ Faust) ancak bunların en büyüğü 1912 de yapılan 8000 feet(yaklaşık olarak 90 dakika) uzunluğunda dev bir yapım olan Quo vadis? filmidir. Bu yapım George Kleine tarafında satın alınacak ve Amerika’da gösterime girecektir. Amerikan yapımcıları Quo Vadis? i izledikten sonra ilk düşündükleri şey bu filmden daha görkemli bir yapımı oluşturmak olmuştur. Griffith’in The Birth a Nation (bir ulusun doğuşu) filmi İtalya’ya verilen bir yanıt niteliği taşıyordu. (Robin Hood, Ben-Hur, Casanova gibi filmler hep bu düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.) I. Dünya savaşından birkaç yıl önce uzun metrajlı filmler bir endüstri oluşturmaya yeter hale gelmişti ve 1914te Strand sinema salonu açıldı. Brodway de sinema tarihinin yeni bir çağı başlıyordu.
1914te savaşın patlak vermesiyle birlikte avrupada sinema nerdeyse sona erdi. Bu durum amerikanın işine geldi ve bu ticari fırsatları en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştı. Fakat yapımcılar için aynı şey söylenemez. Film finansörleri savaştan elde ettikleri gelirleri sinema gibi pahalı ve uzun vadede belirsizlik riski taşıyan bir endüstriye yatırmaktan çekindiler. Ancak bir süre sonra bu kaygılar bir kenara bırakılacak ve amerikan üretim firmaları yıldan yıla büyüyecekti.
1918 yılına gelindiğinde amerikan firmaları tüm dünya piyasasını ele geçirmiş olacaklardı. Öyle ki film sektörüne havlu atmış olan İngiltere ve Avrupa artık amerikan basit yapımlarını kabul edecek, yıllarca salonlarda izletecek ve halkın başka filmler olduğundan bile haberi olmayacaktı. Bu durum 1930lu yıllara kadar devam edecekti.

Avrupada amerikan filmlerinin egemenliğini kırmak için yapılacak yoğun mücadele çok uzun ve zorlu bir savaş demekti. Avrupa çıkışlı (özellikle Almanya, Fransa) filmlerin niteliksel olarak Hollywood filmlerinden üstün olduğu kabul edilirken bu yapımların Hollywood karşısında kar elde edebilmeleri için filmlerin Amerika’da da gösterime girmesi gerekiyordu. Buna da pek olanak tanınmıyordu.(ayrıntı: sanatta nitelik anlayışı özneldir. Burada kastedilen nitelik, sinemanın unsurlarından biri olan teknik araçları ve kullanımını içermektedir. Sinemada diğer sanatlara nazaran biraz daha belli bir nitelik eşiği vardır, buda ortak payda eşiği olarak tanımlanır. Mevzu bahis olan niteliksiz filmler bu ortak payda eşiğinin altında olarak kabul görür.)
Savaştan sonra avrupada büyük ölçekli film yapımına girişen ülke Almanya oldu. (tabi burada SSCB’ desteği göz ardı elde edilemez. Devrim sonrası, özellikle Sergei eisenstein önderliğiyle büyük atılımlar gösteren Rus sineması, ticari kaygılar olmaksızın yalnızca halkına filmler yapıyordu.) bu büyük ölçekli alman sinemaları tabi ki amerikan göz alıcılığına sahip değildi. Fakat Almanların teknik anlamda yetişmiş elemanları (yönetmenler, oyuncular, kesiciler) ABD ye gidecek ve birkaç yıl içinde yıpranıp geri döneceklerdi. Avrupanın diğer ülkeleri film üretme çabalarına girişmişlerse de durumları yinede farklı olmamıştır. Hollywood makinesine karşı ayakta durmak. Özellikle yetenekli elemanların ABD yolunu tutmasından sonra imkansız hale gelmiştir. Bu yetenekli kişiler bireysel ve toplumsal olarak kendi özgünlüklerini işlemeyip bu Hollywood dişlisinin bir parçası olmayı tercih etmişlerdir. Hollywood’a gidip başarılı işler çıkarma hayalleri kuran Avrupalı yönetmenler ne yazık ki hüsrana uğrayacaklardı. Çok silik izlerle geçtikleri Hollywood yolu onlar için birer anı olacaktı. 1925 yılına gelindiğinde uluslar arası sinema görünümü, sonu olmayan bir sıkıntıya yol açmaya başladı. Hem politik hem endüstriyel anlamda güçlükler yaşanmaktaydı. Avrupa, amerikanın beyaz perdeyi kendi hegemonyası altında bulundurmasının sıkıntılarını hissetmeye başlamıştı. Gerek amerikan halkının yaşayış tarzı gerekse ticari ilişkisi göze batarcasına gösterilmekte ve bu şekilde ajitasyon yapılmaktaydı. Bu durum dünya ticaretini de etkisi altında bulunduruyordu. Yalnızca Avrupa değil, Asya, Afrika ve Avustralya’da bu durumdan etkilenmekteydi. Hollywood kendi oyuncularını diğer ülkelere gönderebilirken elinden geldiğince diğer ülkelerden oyuncu almamaya gayret gösteriyordu. Gönderdiği oyuncular sayesinde de kendi filmlerini pazarlayabilmekte ve dünya pazarını ele geçirmekteydi.

Amerikanın sinema endüstrisini böylesine elinde tutması bir süre sonra Avrupanın kota sınırı uygulamasına neden olacak ve böylece Avrupa sinemasının da karşı atağa geçmesine olanak sağlayacaktı. Fransa, Almanya ve İngiltere sinema endüstrilerinin kurulması için küçük ve büyük bir çok şirket film yapımına destek verecekti. Bunların niteliği tartışılır olsa da sonuç olarak Hollywood’a karşı alternatif sinema gelişmekteydi.( hoş Hollywood sinemasının da nitelikli pek bir yanı kalmamıştı ve bu yüzden bu üretimler göze çok batmıyordu.) 1924 yılında İngiliz sinemasını geliştirmek için bir halk kampanyasına baş vurulmuştu. Fakat kampanya bir karalama şovuna dönüştü. Basındaki yetkin kişilerin abartılı makaleleri, Hollywood yıldızları hakkındaki asılsız karalamalar halkın en kötü İngiliz filmini izledikten sonra bile alkışlatmaya itti ve İngiliz sinema kültürünün temelini oluşturdu.


Yazının ikinci kısmında “bir ifade aracı olarak sinemanın gelişimi” konusuna devam edilecektir…



______________Emrah Cevher______________

Hiç yorum yok: