14 Ocak 2011 Cuma

BİZİ Mİ KORUYORSUNUZ?

DİKKAT! Bu yazıyı yazma hissiyatı, AKP Genel Başbakan Yardımcısı, Hüseyin Çelik’in basına verdiği demeçte yer alan şu sözlerden sonra oluşmuştur!

Hüseyin Çelik: Neye dayanarak bu yönetmelik hazırlanmıştır? Anayasanın 58. maddesi gençlerin alkol bağımlığından korunası hükmünü getirmektedir. Devlete bunu görev ve vazife olarak vermektedir.”

MERAKLISINA 58. MADDE:

Madde 58 . – Devlet, istiklâl ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.

Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.

Gündem o kadar yoğun ki... af yasası, üniversiteler ve öğrenci harektliliği, silah yasası, alkol yasası, zırt yasası, zort yasası diye uzuyor. Bu hıza yetişeyim derken vertigoya yakalanıyorsunuz resmen. Şimdi bir süreliğine her şeyi bir kenara bırakıp Hüseyin Çelik’e bikaç soru yöneltip, gençlerin korunması hususunda devletin ve kendisinin ne kadar samimi olduğunu, bunları söylerken “kafasının güzel” olup olmadığını, daha doğrusu, insanları aptal yerine koyma cesaretini hangi uyarıcıyı kullanarak kendinde bulduğunu konuşalım.

Yapılan açıklamanın ve yasanın şıklığına bakarmısınız(!) Gençleri korumaya bu kadar hevesliyken, neden üniversitelerde seslerini yükselten öğrencilere tepkisi var devletimizin ve devlet erkanımızın? Yoksa öğrenciler yaşlı mı? Öğrenciler “korunma” kapsamına değilde “yolunma” kapsamına mı giriyorlar? Doğrusu akıllara Platon’un “Devlet” kitabında sorduğu soru geliyor: “Peki, bizi koruyuculardan kim koruyacak? (Quis Custodiet Custotudes?)” Gençlerin tehdidi alkol mü? Hadi canım! Kimsenin kimseyi salak yerine koymaya hakkı yok. Çok değil, bir-iki hafta öncesine dönüp bakalım, öğrenciler joplanırken birileri çıkıp “önce öğrenciler saldırdı, yaralanan polislerimiz var” diyebiliyorken, siz kimi kimden koruyacaksınız ki?

Gençlere “mukayet” olmak isteyenler o kadar samimiler ki anlatamam(!) Baksanıza bunun için silah edinme yaşını 18’e düşürdüler. Bizi alkolden koruyanlar, bizi mermiye meze yapanlarla aynı. Yuh artık! Yuh ki ne yuh... yıllardır, asırlardır yalanlar söylenir, demagojiler yapılır, birileri kandırılmaya, aldatılmaya çalışılır; lakin böyle aleni, böyle çelişik olmazdı. Durum, komik desem komik değil, trajik desem trajik değil, moda laflardan olan, trajikomik desem hiç değil. Durum, bunu yapanlar, söyleyenler gibi bir şey, “tanımsız”.

Hüseyin Çelik basın açıklamasını yaparken kızgındı. Ee haklı tabi, her “reform”a “cumhuriyet elden gidiyor” naraları yükseltiliyor. Bu arada unutmadan söylek gerekiyor, bu yazının derdi, şeriat paranoyası üretmek ve ya bu perspektiften bakanlara katılmak değldir. Alkolün kendisi de değildir. Yalanın daniskalığı üzerine bir doğaçlamadır deyip dönelim paşamızın kalbinin kırılma meselesine. Bakalım ne diyor:

Hüseyin Çelik: “İnsanların alkol tüketimine mani oluyor şeklindeki haberler, bunun da muhafazakar olan hükümetin zihniyeti ile ilişkilendirilmesi kesinlikle doğru değil. Anayasanın, yasaların ve uluslar arası sözleşmelerin hükümlerine dayalı olarak bireyleri ve kamuyu korumayı esas alan düzenlemeler yapılıyor. Bunun esas amacı budur. Bireyi korumak, kamuyu korumak. Mesele bundan ibarettir.”

Biri kamuyu korumak mı dedi?(“kamuyu korumak” bkz. SSGSS. yasası) yanlış duyduk galiba. Çünkü kamunun kendini koruması için artık yeni bir yasası var zaten: “Texas” yasası. Evet, Texas yasası çünkü bir şeylere tepki gösterildimi hemen şu denir ya: “e bakın Avrupada böyle, Amerikada şöyle...” ama bunları söyledikten sonra, bahsedilen avrupada, gençlerin, bırakın yürüyüşlerinin engellenip joplanmaları, parlamento binasını taşlamaları gündemdeydi, üstelik kimsenin burnu bile kanamadı. Eee “Al burdan yak” demezler mi adama? Bizi yanıltmayacak açıklamaları yapması için Mikrofonlarımızı Çelik’e çeviriyoruz:

Hüseyin Çelik: “ABD’de de alkol satın alma yaşı 21. Türkiye’de 18. Dünyanın her yerinde alkol ve sigara ile ilgili bunların üretimi ile ilgili bunların satışı ile ilgili bunların reklamı ile ilgili sunumu reklamı ile ilgili kanunlara veya yönetmeliklerle yapılmış düzenlemeler vardır.”

Son olarak değinmeden geçemeyeceğim bir mevzu daha var: Susrluk! “Ne alakası var kardeşim konumuzla!” seslerini duyar gibiyim. Şöyle ki: Gençleri korumak isteyenler, kamu yararını gözetenler; mafyayla, çetelerle, silah tüccarlarıyla, tetikçilerle, soyguncularla işbirliği yapmayacak! Metropollerin, büyükşehirlerin varoşlarında, yozlaştırmaya yönelik uyuşturucu madde satımını desteklemeyecek, kara para aklamayacak! O bahsedilen 58. madde bunları da kapsıyor. Samimiyseniz bunları yapın; ama yemez. Samimiyseniz silah lobilerinin boyunduruğuna girmeyin; ama yemez. Samimiyseniz “one minute” diyeceğinize en az bir Chavez kadar olup İsrail büyük elçisini sınır dışı edin; ama yemez, yemiyor, yemedi!!!

Mesele, asıl bundan ibarettir!

_____________ Emrah Cevher______________

9 Mayıs 2010 Pazar

UĞUR VARDAN

-RADİKAL-

"sancılı" dönemlerden...


Zaman ‘öteki’ ‘beriki’ kimliklerini geçersiz addedip sadece ‘vatandaş’ tanımında buluşmanın zamanıyken ‘modern’ Türk devleti hem 20. yüzyılda, hem de (ısrarlı bir şekilde) 21. yüzyılda işin kolayına ve ‘insanlık dışı’ olanına kaçtı, kaçıyor. Şimdi müsaadenizle ‘politik doğruculuk’tan uzak cümleler kuracağım: Aramızdaki ‘öteki’ler, kültürümüzün, toplumsal hayatımızın renklerinden öte bize bir anlamda önceki devlet modelimizden kalan ‘emanet’lerdi. Osmanlı, tamam bazen kendi bile ayakta duramıyordu ama yine de ‘onları’ çoğu kez bir meslek erbabı (mimar, ustabaşı, tüccar, banker, terzi vs aklınıza ne geliyorsa) olarak gördü, ama her şeyden önce tebasının önemli bir unsuru kabul ederek toplumsal yapısının içine kattı ve sonuçta, ‘ötekilerini’ emanet etti gitti (hoş gider ayak İttihat ve Terakki vasıtasıyla ‘Büyük Felaket’i de armağan etti tarih sahnesine ya neyse). ‘Emanet’, bu coğrafya için önemli bir sözcüktür; malum korunup kollanmayı gerektirir. Oysa modern devlet, korumayı yok etme olarak algıladı nedense. Belki resmi yoldan değil ama ‘derin’ ve kanlı yanı, hep bu refleksi gösterdi. Gerekçe ise hep aynıydı: Söz konusu vatansa, gerisindeki her bişey teferruattır...

Bir tür ‘özür’ filmi
‘Güz Sancısı’nın sinema yazarları için yapılan öngösterimi, Hrant Dink’in yitirilişinin ikinci yıldönümüne rastladı. Önce anma törenindeydik, sonra da filmde. Film, bir zaman tüneliydi adeta, tören ise yaşanılan anın ifadesi. İkisi de birbirini tamamlıyordu sanki... Geçmiş de, şimdiki zaman da aslında çok farklı değildi. Evet, bir toparlama gerekirse, bu devletin o kadar çok özür dilemesi gereken ‘falsosu’ var ki; ‘Güz Sancısı’ da bu konuda yeni bir kapıyı aralıyor. Tomris Giritlioğlu, sinema serüveni boyunca ‘uslu’ durmadı, hep ‘resmi tarih’in ‘Elleşmeyin’ dediği konularla ilgilendi. ‘Suyun Öte Yanı’yla başlayıp ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nde devam eden bu ‘özür dilenesi’ konularla didişme, son çalışması ‘Güz Sancısı’nda da sürüyor. Film, tıpkı ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ gibi Yılmaz Karakoyunlu imzalı bir romanın uyarlaması.
Ama önce konu üzerinde kısa bir gezintiye çıkalım dilerseniz... Yıl 1955... Antakyalı bir toprak ağasının idealist oğlu Behçet, bir yandan Hukuk Fakültesi’ndeki asistanlık gö-revini sürdürmekte, bir yandan da (eskinin bürokratı, yeninin de ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ başkanı) Kenan Bey’in kızı Nemika’yla evlenmeye hazırlanmaktadır. Yanlarında bir tür evlatlık olarak büyüyen ve hayattaki en yakın arkadaşı olan Suat da, sağcı ama liberal fikirlere sahip Ömer Saruhan’ın gazetesi İstanbul Ekspres’te amatör ruhla takılan solcu bir akademisyendir. Ülke ise toplumsal gerilimin yavaş yavaş doruğa çıktığı günleri yaşamaktadır. Kıbrıs’taki Türklere ilişkin saldırıların artmasıyla içeride milliyetçi hava yükselmiş, çeşitli mecralarda ‘farklı’ düşünenlere karşı ‘cadı avı’ başlamıştır. Müstakbel kayınpederi Kenan, Behçet’ten fakültedeki ‘solcuların’ listesini ister. Kendisi de Türkiye’nin dış politikada haksızlığa uğradığına inanan Behçet, bu listenin netleşmesine yardımcı olur. Üstüne üstlük arkadaşı Suat’ın da dahil olmasına ses çıkarmaz. Öte yandan genç adam, oturduğu evin karşı apartmanında daha çok pencereden gördüğü Rum kızı Elena’ya, giderek ilgi duymaya başlar. Elena ise, babaannesiyle yaşadığı evde özel müşterilere hizmet veren bir fahişedir. Ama ilgisini fark ettiği Behçet’e, o da yavaş yavaş vurulur. Bir yanda Nemika, bir yanda Elena, bir yanda ülke meseleleri derken, Behçet’in kafası iyice karışır...

Dizi film etkisi
Yönetmen Giritlioğlu, 1999 tarihli çalışması ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nden bu yana film çekmiyordu. Aradan geçen süre içinde, biri Türk televizyonlarının en azından içerik açısından yüz akı projelerinden ‘Hatırla Sevgili’ olmak üzere ‘dizi sektörü’ için emek harcadı. Yeniden yönetmenlik koltuğuna oturduğu ‘Güz Sancısı’ ise, meseleyi doğru koymak, Cumhuriyet tarihinin en ayıp sayfalarından biri olan ‘6-7 Eylül olayları’yla hesaplaşmak açısından önemli bir çaba. Ama ne var ki filmin kendisi, sinematografik açıdan aynı önemi haiz değil. Bunun gerçek nedeni ne olabilir bilemiyorum ama bana sanki ‘dizi dünyası’yla fazla haşır neşir olmanın bedeli gibi geldi. Film dümdüz ilerliyor, anlattığı olaylar kadar sinemasal bir heyecan vermiyor ve sinema açısından tarihe çok güçlü bir not olarak düşmüyor. Gerçi öngösterim sonrası diğer sinema yazarı arkadaşlarım daha da acımasız davrandılar, ben en azından ‘Güz Sancısı’nın oyunculuk, dönem atmosferi, kostüm ve sanat yönetmenliği açısından sınıfı geçtiği kanısındayım; film, en azından o klişe deyimiyle ‘eli yüzü düzgün bir çalışma’ yargısını hak ediyor. Ama hani hem konusu, hem de kendisi vurucu filmler vardır ve seni, seyirci olarak her şeyiyle çarpıp geçer ya, karşımızdaki ne yazık ki öyle bir çalışma değil.
Diziler bence lig yarışına benziyor, başlardaki problemleri sonradan telafi etme şansınız, yani ‘takımı toparlama’ fırsatınız oluyor. Ara transferler, form tutma, takım ruhu vs, bu yoldaki en önemli unsurlar. Oysa filmler, eleminasyon usulü oynanan kupa maçlarını andırıyor. Gününde değilseniz ve birtakım yan unsurlar, doğru birleşmemişse maçı kaybediyor ve eleniyorsunuz. Sanki ‘Güz Sancısı’nın böyle bir sorunu varmış gibi geldi bana.
Oyunculuklara gelince, ‘eş durumundan’ izlediğim nadir dizilerden olan ‘Hatırla Sevgili ve ‘Aşk-ı Memnu’da, genellikle düz bir performans ortaya koyan Beren Saat’in Elena’da, birkaç sahne dışında çok başarılı olduğunu söyleyebilirim. Keza Murat Yıldırım’ın da Behçet’te benzer bir başarıyı yakaladığını söylemek mümkün. 20 yıl sonra bir sinema filminde rol alan Zeliha Berksoy’u da, ‘mama babaanne’de yer yer klişelere itibar etmesine rağmen beğendim. Okan Yalabık, Belçim Bilgin Erdoğan, İlker Aksum, Hüseyin Avni Danyal, Umut Kurt (‘Beynelmilel’in devrimci genci, artık o bükük bıyıklarıyla sağcı karakterlerin değişmez ismi oldu), hepsi gayet iyiler.

Sırada diğer ‘sancılar’ var
‘İyiler’den bahsetmişken, yağma ve yıkım sahnelerinin çok başarılı olduğunu teslim etmek gerek. Bir başka iyi bir nokta da belki de filmin kalbinin attığı cümlede beliriyor. Babaanne Behçet’e ilişkin, “Tanıdım seni ben. Sen sadece seyircisin bu hayatta” yorumu yapıyor. ‘Güz Sancısı’, ana karakteri vasıtasıyla ‘seyirci’ olan herkese sesleniyor. Özellikle de eylemciden çok izleyen ve bu yüzden de, belki de ‘Behçet hastalığı’na kapılan Türk aydınına... Metafor bağlamında da, Behçet’in evindeki böcekle olan mücadelesinde de (ki bu mücadele ‘Kafkaesk’ bir durum arz ediyor) benzer bir durumu gözlemlemek mümkün. Behçet ne zaman ki böceği öldürecek mecali kendinde buluyor, işte o zaman sesini yükseltecek ve zamanın ‘derin devlet’inin pisliklerine karşı koyacak noktaya geliyor (ama iş işten geçiyor, orası başka).
Sonuç? Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberiyle (Özel Harp Dairesi’nin ilk büyük başarısı) galeyana gelen ‘insanlık müsveddesi’ toplulukların neden olduğu 6-7 Eylül olaylarında 4 binden fazla ev, 1000’den fazla işyeri, 73 kilise, iki manastır, bir sinagog, 26 okul, kimi fabrika, otel ve barlarla birlikte 5 binin üzerinde mekân yağmalandı (binlerce insanın da ocağı söndü). Böylece ‘Varlık Vergisi’yle ‘hız kazanan’, Türkiye’deki sermayenin el değiştirmesi süreci de tamamlandı. Bu konular, Tomris Giritlioğlu sinemasının öncelikli meseleleri arasında. ‘Güz Sancısı’, sinema açısından ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nde daha geride bir noktada duruyor. Öte yandan ele aldığı konu itibarıyla bir ilk. Önemli olan bu konuda bir adım atmaktı, umarım arkası gelir. Öte yandan diğer ‘sancılarımız’ın da bu filmi takip etmesi dileğiyle...

16 Nisan 2010 Cuma

KADINIM...

Bir avluda bulmuşlar leşimi sayın macesteleri,

Kadınım yokmuş yanımda,

Çırıl çıplak kaçmış efsanenin içinden.

Son sözümü çıkaramadım kör kuyumdan,

-ölünün ilk sözü kadınım nerede olmuş-


Macesteleri af buyurun ama kadınım, kadınım yok diyorum.

Biliyorum; masmavi değil gökyüzü,

Biliyorum; ben durdukça dönecek, ben yürürsem duracak bu dünya,

Biliyorum; efsaneler sever gülmeyenleri,

Biliyorum; her özne fiilini arar, her maktülde failini,

Biliyorum; en büyük kalabalıklar yalnızların

Macesteleri yalnızlığım nerede?

Yalnızlığı ben seçince güzel,

Bu yalnızlık bana ait değil,

Baba, oğulu terketmiş kutsal ruh uçkur peşinde...

Macesteleri ne kadınım var ortalıkta ne de yalnızlığım,

Diyorum, diyorum ama nafile...

Gölgesi kendisine ait olmayan bir kadın,

Avcunda çalıntı gölgeler...

El altından pazarlıyor,

Yaklaşıyor sessizce,

“Yeni gölgelerim var”

Ufaktan gösteriyor,

Sızmaya çalışıyor herbiri parmak aralarından...

Kadınım!

Kadınım orada...

Gölgem karşılığında alıyorum gölgesini

Macesteleri,

Korkuyor benden, dokunmaya çalıştıkça kaçıyor,

Dokunun yerime, okşayın saçlarını ve fısıldayın kulağına

“Kumral kuşlar uçuşacak az sonra doğudan,

soluklanmak için saçına konacak, büyük göçün yavruları

dokunmazsan ölcek, küçük kuş... işte bak!

Geliyorlar, uzat elini...”

Hadi macesteleri;

Dokunun yerime, okşayın saçlarını ve fısıldayın kulağına...

Hadi...

__________________Emrah CEVHER__________________

NİSAN 2010

5 Ocak 2010 Salı

VAR OLMANIN ÖTEKİ ADI

Gitmek gitmektir işte….
Çoktur tekrarlarım bu üç sözcüğü…
Gitmek gitmektir işte…
Sadece gitmek,
Uzaklaşmak
Hızlı adımlarla kıtalar aşmak,
Hiçbir şey değilse bile peygamber olmak,
Susmak, sessizliğe kulak kabartmak
Bir an için duymak Cebrail’i
Ve gitmek…
Sadece gitmek, gitmek…


Yeni bildim,
Yanılmışım meğer…
Gitmek küfretmekmiş,
Gitmek bir ağız dolusu sövmek,
Ana avrat düz gitmekmiş.
Gitmek, ateşe verilmeden önce,
Gözlerine yaslanan iki küçük sikkeymiş

1 Ocak 2010 Cuma

iltihaplı hikaye

Bu hikaye biraz günah

Bu yazı günaha açılan sürgülü kapı...

Sevgili sen!

Sayın sen!

Sen! Evet evet sen!

Yaşamakla ölmek arasında

Pezevenkle oruspu arasında

Yanındakiyle öteki arasında

Hep üçüncü hal olan; fakat bunun imkansızlığına inanan küçük tanrı

Niye koşuyorsun?

Tiner çekmiş, ot çekmiş, kafası güzel olmuş

Yerden yere vurulmuş, çalınmış

Kaybolmuş, piç olmuş bir yüzyılın çocuğusun

Ortaçağda unutulmuş biraz masum biraz suçlu ama koca bir oruspu çocuğusun!

Nereye koşuyorsun?

Hep yukarda olma güdüsüydü büyük har'ın nedeni,

Tutuştun ve küllerinden doğmayacaksın!

Bidaha doğmak isteyen sevgili sen

Sayın sen

Hoş görülü hanımefendi

Nazik beyefendi

Üzülme!

Bir türlü olamadığın bir kahramansın artık

Bak senden bahsediyor bu yazı...

Küçük düşlerin koca günahkarı, tuzluktaki pirinç gibisin... anlıyacağın biraz piçsin!

Neden bu hırs?

Kokuşmuş dünyanın kokuşmuş insanları!

Siz hırsla yanarken,

Hep hiç olamazken,

Bir kenarda hiçliğin farkında olan ben

Derin derin asılacağım pipoma...

Entel aşağlamasıyla izlerken sizi nefret edeceksiniz benden

-ki sadece bir hiçin megolamanyasıyım-

Yazık ki hala derin bir hırs...

Yazık ki küllerinden doğacağına inanan bi sürü ahmak...

Küller uçtu...

Pipodan bir nefes daha...

Küller düştü...

Doğmak isteyenler...

Doğmak isteyenleri becermek isteyenler...

Ne duruyorsunuz?

Hayatın bir formülü olduğuna inanan

Bu formülün dinamik olduğunu anlayamayan

Sevgili statik salak...

Sen öldün çünkü biraz çöldün

Oyun bitiyor...

Mermi havada...

Nefes uzakta...

Ses yakında...

Sevgili sen!

Sayın sen !

Sen! evet evet sen!

Güle güle...


--------------------------------Emrah CEVHER---------------------------

21 Şubat 2009 Cumartesi

LATİN AMERİKA’DAKİ HAREKETLERİN TARİHİNE KUŞBAKIŞI…

“Ulan burada niye olmuyor” benzeri hayıflanmalarla, orada olana bitene ağzımızın sulandığı, ilgili muhabbetlerde ‘insanımızın tarihsel itaatkârlığından’ dem vurulması alışkanlık haline geldiği, ‘örnek alınması’ gerektiği telkininin, kulaklarımıza pelesenk olduğu yer: Latin Amerika.
Peki, ne oluyor da burada halkçı başkanlar iktidar oluyor ve bu başkanlar ABD’ye ‘giydirmeden’ cümle kuramıyor? İşlenmeyen arazileri işgal eden ‘Topraksızlar’ı, fabrika işgalleri yapan işçileriyle, politikalarına dair pek çok eleştirinin de yapılabileceği Latin Amerika ülkeleri, tarihin büyük karnavalına ev sahibi olmaya en yakındalar gibi gözüküyor. Hem dinamik, şenlikli eylemlilikler gerçekleştiriyorlar, hem de gerektiğinde, 6–7 milyon kişi sokaklara dökülüp başkanlarını CIA’nın elinden alabiliyorlar. ‘Yeryüzünün lanetlileri’, tarih sahnesinde özne olacakları günü yaratma çabasındalar. Bu satırlar da, hareketin tarihsel köklerine yüzeysel bir bakış olma peşinde...

1492’DE İŞGAL BAŞLADI
1492’de Cenovalı korsan Colombus, Amerika’yı keşfetti ve böylece kıtadaki sömürüye ‘vira’ dendi. Colombus kıtaya ayak bastıktan 20 yıl sonra, yerlilerin sayısı %95 azaldı. Bu tarihten sonra, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla sömürücülerin ağızlarını sulandıran Latin Amerika ülkeleri, türlü işgallere, talanlara, yağmalara, soykırımlara ev sahipliği yapacaktı.
Colombus’la başlayan İspanyol işgaline (etkiye) ilk örgütlü tepki, daha sonra sembolleşecek olan ‘Tupac Amaru’ önderliğinde, İnkalar tarafından oluşturuldu. Silah olarak oldukça ilkel durumda olmalarına rağmen –malum, yerlilerde top, tüfek yok- İspanyol ordusu ile uzun süre savaşan İnkalar, önceleri başarı elde etseler de, 1572 yılında İspanyolların egemenliği altına girdiler. İspanyollar ve Portekizliler işgallerini derinleştirdikçe, direnişler de sertleşti ve çoğaldı. Fakat bunların en kitleseli ve örgütlüsü, Fransız Devrimi’nin rüzgârını da arkasına alan Simon Bolivar’ın önderliğindeki hareketti. Böylece pek çok bölge, 19.yy.ın başında bağımsızlığını ilan etti; en azından bir süre için!

ABD’NİN SALDIRILARINA KARŞI GERİLLA DİRENİŞİ
20.yy.ın ilk yarısında ABD, Latin Amerika ülkelerinde darbeler organize etti ve işbaşına getirdiği ‘kukla’ hükümetlerle ‘talan’, ‘teslimiyet’ pardon ‘ticaret’ antlaşmaları imzaladı. Böylece artık Latin Amerika ülkelerinde ABD şirketlerin ‘borusu ötmeye’ başladı. Meksika’da Zapata’nın, Nikaragua’da da Sandino’nun önderliğinde direnişler de hemen arkasından…
2.Paylaşım savaşından sonra, ABD’nin ‘yeni sömürgecilik’ine karşı mücadeleler yükseldi ve Bolivya’da ve Küba’da devrim, Şili, Arjantin ve Kolombiya’da da toplumsal hareketlerin yükselmesi ve gerilla gruplarının oluşmasıyla, somut kazanımlar elde edildi.

DARBELER ZAMANI!
1970’lerle beraber, yeni sömürü politikalarının rahatça uygulanabilmesi için, her biri diğerinden daha kanlı –mesela sadece Şili’deki bilânço: 20 bin kişi öldü, 30 bin kişiye işkence yapıldı, 25 bin üniversite öğrencisi okuldan atıldı, 200 bin işçi işten çıkarıldı- ‘CIA darbeleri’ başladı. Sırasıyla; Honduras, Guatemala, Arjantin, Bolivya, Ekvator, Uruguay, Şili’de darbeler oldu; binlerce sendikacı ve sosyalist tutuklandı veya öldürüldü. Böylece IMF programının uygulanmasının önündeki engeller kaldırıldı ve ülke halklarının geliri %60 azaldı.
1982’de Arjantin’de yaşanan mali krizden bu yana, toplam 70 ülkede IMF patentli 556 ‘Yapısal Uyum Programı’ uygulandı. Bu politikalarla, nüfusun en üst (ekonomik olarak) %20’sinin zenginliği, en alt %20’sinin 20 katına çıktı.
1990 Ağustos’unda, Peru’da benzin fiyatı %2968 (ikibindokuzyüzaltmışsekiz), ekmek fiyatı %1150 oranında arttı. Çalışanların geliri ise tam tersine; on yıl önceye göre %92 azaldı.
1985 Eylül’ünde, Bolivya’da %24000’e varan enflasyonla beraber, kamu harcamaları kısıldı, 50 bin kamu işçisi işten çıkarıldı.
2001 Aralık’ta IMF, kemer sıkmaktan ümüksüz kalmış Arjantin’in posasının artık para etmediğini ifade eden bir açıklama yaptı. Açıklamada ‘Türkiye’ye destek verilmesi gerektiği’ vurgulanıyordu. ‘Don’t cry form e Argentina’ şarksının belleklerimizi harekete geçireceği, 27 ölü ve 150’den fazla yaralıyla birlikte hükümeti de istifaya mecbur eden, yağmalı bir isyan; kontrolsüz!

TEŞEKKÜRLER IMF !!!
İşte, ‘IMF isyanları’ denilebilecek bu hareketlilikler, 1990’larda yükselişe başlayan sol hareketleri iktidara getirdi. Venezüella’da Chavez, 2000’de, oyların %60’ını alarak, Bolivya’da Morales ise, 2006’da iktidara geldiler.
Latin Amerika’daki sol politik hatta iki genel eğilimden bahsedebiliriz. Birisi, halkçı-ulusalcı çizgileriyle Chavez ve Morales öncülüğündeki ‘parlementocu’ hat, diğeri ise; merkezi problemlere, doğrudan eylemle müdahale eden MST (Topraksız Köylü Hareketi), MTD (İşsiz İşçi Hareketi), EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu), Bolivya’daki cocolerolar ve Quechua madencileri, Paraguay’daki Ulusal Köylü Federasyonu ve Ekvator’daki CONAİE gibi örgütlenmelerdir. Bunların dışında Kolombiya’da FARC ve ELN, bu gruplamalara uymayan, halk tabanlı, kitlesel gerilla hareketlerindendir.

Yararlanılan kaynaklar:
Sibel Özbudun, Latin Amerika’da İsyanın Tarihi, Ütopya Yay.
Masis Kürkçügil, Latin Amerika’nın Kaynayan Damarları, İthaki Yay.
Cüneyt Akalın, Latin Amerika’da Devrimci Program ve Siyasetler, Teori Dergisi, Eylül 2006


__________________Serdar Y. Türkmen_________________

9 Şubat 2009 Pazartesi

Haydi, koş koş...


Günümüz dünyası o kadar rekabet üzerine kurulmuş ki bunu sadece ipleri dizginlemiş burjuva sınıfında görmüyoruz. Hayatın her bir anında ve her bir yerinde yarıştığımız amenna… Sabahları ekmek kuyruğuna girme yarışı, günde en fazla parayı nasıl kazanabilirim yarışı, ÖSS yarışı bir de öbür dünyamızda cennetten yer kapma yarışı var ki- onun konumuzla alakası yok- anlaşılan hayatımızın her bir anı yarış ve rekabet üzerine kurulmuş. Ama son zamanlarda başka bir rekabet ortamı oluşturuldu ki bu; hem bıyık altından güldüren, güldürmenin yanı sıra düşündüren bir yarış şekli olmuş. İnsanlık onuru bir hamlede nasıl ayaklar altına alınırın en güzel -aslına bakarsanız en çirkin- örneği bu olsa gerek. Malum küresel kriz sonrasında işsizlik oranı bir hayli artınca iş tekliflerine yığınla talep oluyor. Ee işveren de napsın bir şekilde diğer işçileri üzmeden, kırmadan ihtiyacı kadar işçiyi işe alacak diğerlerine de eyvallah diyecek. Buraya kadar her şey tamam. Anormal olan taraf ise işverenin bunu yaparken seçeceği işçileri atların koşu yaptığı jokey kulübünde bir yarış düzenleyerek koşturması. Koşu sonucunda yedi bin başvuru içinden sadece ilk yetmiş kişiyi belirleyip seçmesi. Fakirsen ve işsizsen yarış atı da olabilirsiniz yani. Bunun örnekleri çoğaltılabilir. Çünkü son zamanlarda yapılan iş seçimleri filmlere konu olacak cinsten. Artık insanlık nereye gidiyor, böyle şey mi olur, insanlık onuru ayaklar altında demeye kalmadan at çoktan Üsküdar’ı geçmiş…

Saygısızlık boyutu hakaretten ve sövmeden geçmiş, çağ atlamış ve bambaşka bir boyuta ulaşmış. Artık yardım eli uzatırken bile insanları yerin dibine koymayı, onların onurları ve haysiyetleriyle oynamayı görev bilmişiz. Onlara ucuz etmek verirken saatlerce kuyrukta bekletmeyi, kamyondan bedava un dağıtırken insanların izdihamda ezilmesini yardım bellemişiz. Sanki fakir olmak o insanlarımızın suçuymuş gibi utancından kızaran yanaklarını deşifre etmek, kameralar önünde onlara fakir etiketi yapıştırırken kendisine de gerile gerile şişmiş hayırsever etiketi yapıştırmak insanlık olmuş… Burası Türkiye diye cümleye başlamak çok klişeleşti ama malumunuz burası Türkiye. Aslına bakarsanız burası dünya. Ve dünya üzerinde işçiye, emekçiye ve işsize yaşamak haram. Dünya tersine dönmüş karalar ak, insanlar hayvan, hayvanlar da insan olmuş… Gerisi laf-ı güzaf…


________________Derya Emeket__________________